Face Off tüm dünyada ilgi ile izlenmiş, sevilmiş, başarılı bulunmuş bir film. Yani iyi bir film oluşu üzerine uzun uzadıya bir şeyler yazmak çok gerekli değil. Ama Yüzyüze’yi iyi bir film yapan şeyleri bir kenara bırakırsak (tabi mümkünse J) ve senaryodaki ayrıntıların ne anlama geldiği üzerine biraz düşünürsek çok ilginç ve (bence) beklenilmez ve (yine bence) şaşırtıcı noktalara, kasıtlara varıyoruz.
Aksiyon dünyası çoğu zaman benzer konularla, benzer rekabet ortamlarından ve benzer duygulardan beslenir. Çoğu zaman ortada bir iyi birde kötü karakter vardır. Bu kişilerin aksiyon yaratma sebepleri çoğu zaman açık, anlaşılır ve desteklenir haldedir. Hikayenin sonuysa, yine anlaşılır, desteklenir ve ötesinde arkasında tortu bırakmayacak biçimde inşa edilir. İyi kötüyü yener, yenmekle kalmaz işlediği günahların acısını da çektirir. Zaten kötü adam ne kadar kötüyse film o kadar iyi olduğu (öyle buyurur Hitchcock… J) fikrine göre adam bu kadar kötüyse onu paklayacak tek ceza ölümdür. İşte Yüzyüze, ilk bakışta her ne kadar bu şablonlara tamamen uyan bir film gibi görünüyor olsa da aslında filmdeki denge kurma ve bozma yapısı çok karmaşık. Bu karmaşıklığın sebebinin hikayeleme tekniğiyle ilgisi yok. Bildiğimiz onurlu, ahlaklı, güçlü, karizmatik polis, daha da iyi bildiğimiz onursuz, ahlaksız ama yine güçlü ve karizmatik hızsız/terörist karakterleri yine yerli yerinde. Bunların amaçlarına ulaşma istemleri bildiğimiz aksiyon yaratma sebeplerinin en önde geleni. Yakalanan teröristin arkasında bir bomba bırakmış olması, bunu engellemek için polisin yüz değişimi önerisini kabul etmesi, bu değişimin iki taraflı boyut kazanması, tarafların aslında olduklarından tam tersi kişiler durumuna düşmeleri vs. Bunlar, yüzyüzeyi bildiğimiz aksiyon filmlerinden daha iyi yapıyor ama benim irdelemek istediğim şey şu ki; bu filmde kişilerin aksiyon yaratma sebeplerinin ötesinde ikisinin de birer karakter değiştirme, yeni edindikleri karakterlere göre davranma ve yeni kişiliklerine göre bedenlerine aldıkları kişiyi yeniden şekillendirme çabaları var. Yani yaşadıkları deneyimler ve sarf ettikleri çabalar, klasik iyi/kötü kovalamacasının çok ötesinde ve bu kovalamacanın dışında yer oluyor.
Hikayeyle birlikte gelişen bu çabaları açıklamaya çalışayım;
Klasik dramatik yapının gerektirdiği giriş bölümü son derece sıkı başlıyor. Ve öyle bir düğüm atılıyor ki, tamam bu olay çözülmez demiyorsunuz ama nasıl çözüleceği konusunda en küçük bir fikriniz bile olmuyor. Uzun bir giriş bölümü bir türlü bitmiyor ki çözülecek problemimizi karşımıza alalım. Bol aksiyon ve Troy yakalanıyor. Bomba öğreniliyor. Kabul edilmesi inanılmaz olan değişim gerçekleşiyor, şimdi ne olacak derken tek taraflı olan değişim çift taraflı hale geliyor. Şokumuz ikiye katlanıyor. Bununla da kalınmıyor, Troy kendi yaptığı bombayı kendi elleriyle etkisiz hale getiriyor ve bir halk kahramanı oluyor. (Dikkat ederseniz Archer hala hiçbir şey yap(a)mamış durumda) Troy’un ABD Başkanı, Archer’ında Saddam Hüseyin olmadığı kalıyor neredeyse.
Karakterler çok güçlü ve Archer ile Troy arasındaki denge bir daha kurulamayacak boyutta bozuluyor. Zaten ilerleyen dakikalarda kahramanlarımızın (özellikle Archer) içerisine düşecekleri durum için (ön bilgi mehiyetinde: birbirlerinin yerine geçmekle kalmayıp, birbirlerinin sorunlarıyla uğraşmaya başlamaları) bu çok mantıklı bir başlangıç.
Archer hapishanede her şeyden aciz ve güçsüz bir durumda. Hiçbir şey yapamıyor. Ve Troy’la savaşabilmesi için, hayatını geri alabilmesi için güce, gücün getireceği morale ihtiyacı var. Hapishaneden kaçıyor ve hemen dostlarının yanına gidiyor. Pollux’un dediği gibi, Troy olmanın keyfi olmasa da rahatlığını, moralini neden çıkarmasın ki? Ki ihtiyacı olan gücü, desteği burada buluyor. Ancak bu gücü kullanması ve yönlendirebilmesi için Archer’lığı bir kenara bırakıp Troy olması gerektiğini fark ediyor. Çünkü bu silahlar, bu dostlar, bu yöntemler Troy’a ait. Çünkü savaş açtığı kişi Archer. Bu gerçeği, (Troy, bu gerçeği çok daha kolay ve çabuk kavradığı ve kabullendiği için erken davranabiliyor) artık Troy olduğu gerçeğini önce kabullenemiyor. İşte kahramanımız öncelikle bunun savaşını veriyor. Ve film boyunca Archer olarak herhangi bir şey yaptığında, bir şeyler ona Troy olduğunu hatırlatıyor.
İşte bu noktada artık yaşanan çaba hala iyi/kötü mücadelesinin bir parçası gibi görünse de verilen kişilik karmaşası savaşı bu. Ve sonunda çözüme ulaşıyor, Archer, Troy oluyor ama “kendisi gibi bir Troy” oluyor. Bu sayede savaşmaya başlayabiliyor ama bu savaşı gerçekleştirebilmesinin bir bedeli var, Troy olmak ve onun eskide bıraktığı hataları onarmaya çalışmak. Troy’un dostlarıyla yakınlık kuruyor, sevgilisinden özür diliyor, onun oğlunu kucağına alıyor. Ve gördüğü şey Troy’un sevgilisi Sacha’nın aslında onurlu ve iyi bir kadın olduğu. İçerisinde bulunduğu yasa dışı dünyadan zerre has etmediğini ve oğlunu her şeye rağmen buralardan uzak tutmanın en büyük isteği olduğunu görüyor. İşte Archer’da bunu fark edince “Söz veriyorum, Archer bir daha asla peşine düşmeyecek” diyor. Ki Archer haklı çıkıyor, Sasha’nın ölürken söylediği son söz, oğlu üzerine oluyor, yani yaşaydı da peşine düşülecek biri değildi Sasha.
Bu “yeni Troy” ve Sasha yan hikayesi, Archer’ın kendi eşiyle yaşadığı mutsuz evliliğiyle de örtüşüyor. Farklı biçim yada sebeplerle de olsa sonuçta Troy’da, Archer’da hemen her zaman eşlerini arkalarında bırakıp gidiyorlar, onları yalnız bırakıyorlar. Eşler açısından durum böyleyken çocuklar açısından da durum benzer. Archer’ın kızı sorunlu, depresif ve isyankar bir genç. “Nasıl olsa beni anlamayacaksın, nasıl olsa bana hak vermeyeceksin” kalıpları, onun temel dayanakları olmuş ailesine karşı. Ebeveynleriyle olan ilişkisi onu kavgaya, isyana, yalnızlığa itmiş. Buna göre tüm çocukluğunu ve gençliğini mutsuz bir ortamda yaşamış bir gencin, yetişkinliğinde yasa dışı mecralara, en azından yasa dışı mecralardan beslenen mecralara yöneleceğini tahmin etmek zor değil. Buna göre, Sasha’nın oğlunu, içinde bulunduğu dünyadan uzaklaştırmak istemesiyle, Archer’ın iyi bir baba olması arasında pek fark yok!
Kanunun iki farklı tarafındaki insanların yaşamlarının, aile hayatlarındaki yansımaları konusuna girdiğiniz anda, Michael Mann’in dünyasına girmiş oluyorsunuz ki, Yüz Yüze’deki bu alt metinler, The Heat’le yada Manhaunter’la gözden kaçmayacak uyum içerisinde. Tarafların neden o tarafta olduklarının sorgulanmadığı, yaptıkları seçimlere katlanmak zorunda oldukları bir dünya Yüzyüze’nin dünyası.
Ve sonrasında Archer,, Troy’un silahları ve silah arkadaşlarıyla polislerle savaşıyor. Woo her ne kadar Archer’ın herhangi bir polisi öldürdüğünü görmemize izin vermese de, onun başını çektiği grup birçok polis öldürüyor muhakkak. Bu çok rahatsız edici bir durum. Ancak hayatını geri almak istiyorsa bunlar olmak zorunda. Bazıları ölmek zorunda. Archer, o uyuşturuculu içkiyi içmek, o silahları eline almak ve polisle savaşmak zorunda. Cage’in oyunculuğunu konuşturduğu (aslında biraz abarttığı) sekansta “karısıyla yatıyorum” diyen Troy/Archer, yüzünü yıkayıp aynaya baktığında artık kim olduğundan emin değil. Ama emin olması gerekiyor. Ve oluyor. O katil bakışlarıyla.
Troy’da Archer’ın yerine geçiyor ama benzer hislerde olmamasını beklesek dahi, hisler aynı olmasa da durum pek farklı değil. Ve işler biraz daha karışıyor.
Duruma aile bireylerinin gözünden bakacak olursak, her şey harika. Artık evin erkeği, gereken her şeyle fazlasıyla ilgileniyor.
Aslında Troy’un Archer’ın ailesine acı çektirebileceği beklenebilir en başında. Ancak bunu yapmıyor. Bunu yerine onların sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyor, çok meşgul biri olmasına rağmen. Nede olsa yakalaması gereken ve artık daha da tehlikeli olan bir Troy var. Archer’ın karısıyla birlikte olduğu ilk zamanları yaşayacağı cinsel zevk bir yana psikolojik zevke mal edebiliriz belki ama daha sonraki zamanlarda da eşine sevgi göstermesi kesinlikle tercih edeceği bir şey değil. Başkanla konuşmak yerine eşinin telefonunu kabul ediyor, ona romantik bir gece hazırlıyor, evden çıkarken öpücük veriyor, ayak masajı bile yapıyor. Peki neden? Genel olarak düşünülürse öyle “mutlu ve düzenli bir ailenin hasretini çekmiş bunca yıl” gibi pembe panjur tribi hisleri besleyecek biri değil kesinlikle. Zaten böyle bir alt metin de yok filmde. Herhangi bir şeyi fark etmemeleri için desek, bu da olmaz çünkü değişim öylesine mantık dışı, inanılamayacak bir durum. Ailenin bir şeyden şüphelenmesi burumunda bile bu seçeneğin akla yatması imkansız. Değişiminde sesinden, saçına kadar kusursuz olduğu düşünülürse. Archer, Troy’u kendince şekillendirip daha iyi bir Troy olmak isteyebilir belki çünkü öyle biri ama Troy neden bunu yapıyor ki? Muhtemelen cevap, aynanın diğer yüzüyle aynı: Troy, “kendisi gibi bir Archer” oluyor.
Troy’un Archer’dan daha iyi bir eş, yanı sıra daha iyi bir baba olduğu da iddia edilebilir. Kızının zor anında yanında oluyor. Sorunlarını çözmesi için yardımcı olup çeşitli öğütlerde bulunuyor. Archer’ın göstermediği anlayışı gösteriyor. Sigara içtiğini gördüğünde onu dövebilecekken (ve Troy olarak bundan haz duyabilecekken) bir sigara da kendisi yakıyor. Her ne kadar bu öğütler ve tavırlar kışkırtıcı ve tercih edilesi şeyler değil bizce ama Troy, kızının sorunlarını bu yollarla (bacağına sapla ve çevir) çözebileceğini düşünebilecek biri. Bunları tavsiye edebilecek biri. Amacı tamamen kötü örnek olmak yada yoldan çıkarmak olsa onu uyuşturucu bağımlısı yapabilir, sex harikadır istediğin erkekle sevişmene izin veriyorum diyebilir. Yada o serserinin biri kızına sarkıntılık ederken görmezden gelebilir. Her şekilde kendi doğrularıyla da olsa kızının iyiliğini istediği hissine kapılıyoruz.
Oğulları Michael’ın mezarına gittiklerinde Troy’un durumdan biraz rahatsız olduğunu, canının sıkıldığını, olanların biraz zoruna gittiğini görüyoruz. Travolta’nın burada ki oyunculuğunda sanki, “oğlanın ölmesini istemezdim ama n’apalım? Oldu bir kere” gibi bir yaklaşım var.
Woo, bu iki kişilik arasındaki farkları ve tercihleri açıkça gözler önüne seriyor ama hangisinin yaklaşımlarının doğru olduğu konusunda bir yorum yapmıyor. Çünkü filmimizin üzerinde durmaya çalıştığı şey bu değil. Tabii Troy garanti belgesine sahip bir “kötü adam” olduğu için biz onun yaptığı her şeyi tiksinerek izliyoruz ancak gösterdiği birçok tavrın, yaptığı seçimlerin (ailesi ve işi arasındaki çekişme bağlamında söylüyorum) doğru olduğu iddia edilebilir.
Tabii türümüz psikolojik gerilim yada dram olmadığı için bunları fazla işlememiş Woo. Sadece Troy’un Archer’ın ailesiyle birlikte yaşaması bile (neler yapabileceği düşünülürse) yeterince tedirgin edici. Bizde bundan rahatsız oluyoruz zaten ama Woo, ısrarla Troy’u herhangi bir saldırgan davranışta bulundurmuyor. Ama bunu, inandırıcılığı zedeleyecek seviyeye de ulaştırmıyor tabii ki. “Yalanlar, karıştırılan mesajlar… Gerçek evliliğe dönüştü” diyor örneğin. Tam Troy’dan beklenecek bir söz bu. Ve ok yaydan çıkınca da Archer’ın ailesini yem olarak kullanmaktan çekinmiyor ve çok belirgince vurgulanmasa da, Archer’ın ailesini olaydan uzak tutmak istemesine karşı ağır bir sözü de var: “Onları sen karıştırdın”
Woo’nun, ailenin önemi, insanın kendi prensiplerine bağlı oluşu, dürüstlük gibi temalara önem verdiğini biliyoruz. Troy’un bu yaklaşımlarında da bu mu saklı? Aile o kadar önemli ve ciddi bir kurumdur ki, Troy gibi biri bile aileyi koruyor, önemsiyor ve saygı duyuyor. Her zamanki davranışlarını aile içinde sergilemiyor. Elinden geldiğince “yumuşuyor”. Gayet vicdanlı ve insaflı bir yaklaşımla “Onların bu işle bir ilgisi yok, benim düşmanın Archer” mı diyor? O kadar uzun boylu olmasa da, mutlu kılınabilecek, mutlu olması için iyi bir eş/babadan başka bir şeye ihtiyacı olmayan bir yuvaya düşmek ona keyif mi veriyor?
Yazımın tamamını okuyacak kadar sabır gösterir (…seniz teşekkürler) misiniz yada Yüzyüze’yi bu seviyede incelenecek kadar önemli bir film olarak görüyor musunuz bilemem ama aksiyon türü, birbiriyle benzer örnekleri, soğuk yemekler gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürme suçu işliyor yıllardır. Bundan bıkmış bir sinemasever olarak fark yarattığını düşündüğüm bir filmi ait olduğu dünyadan bir parça da olsa ayırt etmeyi istedim.
Saygılar, iyi seyirler.
30 Ağustos 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder