30 Ağustos 2007 Perşembe

Sinemada doğallık-pürüzsüzlük üzerine....

Sinemaseverlerin -artık- ezberlediği bir hikayeleme tekniği vardır: Önceden bir ip ucu verirsiniz, sonradan o ipucu hikayenin düğüm noktasını oluşturur. Ya da benzeri, önceden bir kişi hakkında bir bilgi verirsiniz, sonra o ayrıntı hayat kurtarır. Bu teknik o kadar çok kullanılmıştır ki, filmin ilk 10-20 dakikasında sonradan nelerin olacağına dair ipucu yakalamak gereklilik haline gelmiştir. Hangi ayrıntının doruk teşkil edeceği üzerine iddialaşmalar yaşanır.

Bu tekniğin kullanımı, sinemacıların uyması gereken bir kural sebebiyle daha da belirginleşmiştir: “Önemi olmayan, gereksiz ayrıntıları çıkar”. Buna göre, eğer kadının polen alerjisi bir hayat kurtaracaksa mutlaka belirtilir ama varolan başka hiçbir ona has yada garip özelliği belirtilmez. Bizlerde, neyin hayat kurtaracağını tahmin, böyle küçük bir ayrıntı gözümüze sokulduğuna göre kesin bir işe yarayacaktır diye seyridevam ederiz. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi ekonomiktir. Daha fazla süre, film, malzeme daha fazla maliyet demektir. İkincisi her şeyin kolay anlaşılır olması, izleyicinin kafasının karıştırılmaması istenir. Yukarıda belirttiğimiz gibi önceden bir ipucu verme tekniği çok fazla kullanılmıştır ve izleyici artık her ayrıntıdan bir beklenti gözetmektedir. Bunu engellemek için sinemacılarda mümkün olduğunca ayrıntıları törpülemiş, neredeyse sıfıra indirmiştir. Hikayenin sonuca ulaşmasında bir etkisi olmayan hiçbir karakter, özellik, olay, perdeye yansıtılmaz.

Bu durum filmlerde, ‘mekaniklik’ diye isimlendirilebilecek yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Her şey bir saatin içi gibidir. Birbirine bağlı onlarca, yüzlerce dişli. Söylenen, yapılan, orada duran herşey bir amaca hizmet etmek için vardır. Dekor dışında bir devinim arz eden herşey. Hatta bazen dekorun bir parçası bile bir dişlidir. Bir amaca hizmet eder.

Filmlerdeki bu mekanik rahatsız edici boyuta ulaşmaktadır. Artık filmlerin büyük çoğunluğunda, karakterler tamamen hikayeye bağlı hareket ediyorlar. Sanki filmin dışında, bizim gördüğümüz parçaların dışında hiç yaşamları yokmuş gibi. Birinin istediği noktaya ulaşmak için (izleyenleri etkilemek isteyen yönetmenin, hatta yapımcının) kullandığı araç halini alıyorlar. Birer kukla oluyorlar. Ve tüm inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Çünkü hayatta herşey bir amaca hizmet etmez. Herşeyin altından başka bir şey çıkmaz.

Tabii ki farkındayız ki, sinema filmleri ise her zaman gündelik yaşamın içerisinde süregitmez. Bilim-kurgular ve fantastik filmler, zaten türleri gereği farklı dünyaların içerisinde gelişen hikayeler anlatır. Bizim dünyamızda meydana gelen olayları içerik edinen filmler bile çoğu zaman kendi dünyalarını kurmuşlardır ki (bunu, biz izleyicilere çaktırmamaya çalışanlar çoğunluktadır) karakterler kendi dünyalarının içerisinde hareket ederler. Olaylar o dünyanın kuralları dahilinde gelişir. Ve bir izleyiciler bunu çoktan kabul etmişizdir. Buna rağmen ortaya çıkarılan pürüzsüzlük, kabul sınırlarınızın da ötesine geçmektedir.

Örneğin Bond bildiğimiz dünyanın bir insanıdır. Yani X insanlar gibi birer mutant, süpermen gibi bir uzaylı yada hulk gibi radyasyon mağduru biri değildir. Hepimizle aynı kromozomları taşıyan biridir. Ama içerdiği, yaptığı hemen hiç bir şey bu dünyaya ait değildir. Bir boksör kadar dövüşebilen, bir komando kadar savaşabilen, Don Juan gibi de sevişebilen biridir. Fizik, kimya, coğrafya, tarih, felsefe ve daha birçok konuda bilgi sahibidir. Her türlü silah, araç, alet-ekipmanı çok iyi derecede kullanabilir, üzerine yapılarını ve çalışma sistemlerini falanda bilir. 20 yaşındaymış gibi çevik ve hareketlidir. 70 yaşındaymış gibi de bilgi ve tecrübe sahibidir. Her yerden atlar, her yere sıçrar, herkesi döver, asla pot kırmaz-açık vermez, herkesle başa çıkabilir. Laflarıyla da, yumruklarıyla da.

Bu adam New York’ta, Moskova’da, Londra’da, Rio’da, Kahire’de, İstanbul’da gezer. Herkesin girip çıktığı mekanlara girip çıkar. Bu dünyada yaşar ama bu dünyanın kuraları onun için geçerli değildir. Mesela Bond asla soğuk algınlığı geçirmez. Burnu akmaz. Başı ağrımaz. Yanlışlıkla bir bardak kırmaz. Telefonunu yada anahtarını evde unutmaz. Uykusuzluk çekmez, ayağını bir yere takıp sendelemez. Bindiği bir otomobilin sileceklerinin nereden çalıştığını bulamadığı olmaz vs. vs.

Filmin bir kısmında bir sürü alet ekipmanla tanışırız, sonra o aletin nerede kullanılacağını bekleriz. Bir kadın görürüz ortalıkta süzülen. Ne zaman sevişeceklerini hesaplarız. Bond olayı çözmeden önce bir sevişme seansı olacaktır kesin. Çözüldükten sonrada bir sonraki maceranın güzeliyle tanışana kadar o kadın -sevişme görevlisi- görevini sürdürecektir.
A’dan Z’ye suni, inandırıcılıktan uzak, yapay filmlerdir her biri. Saçmalıklar demetidir.

Bond filmleri bizim dünyamızda meydana gelen olaylar anlatır ama o olayların bu dünyada meydana gelmesi mümkün değildir. James Bond filmleri, doğallıktan ışık yılları kadar uzak, pürüzsüz filmlerdir. Ve bu pürüzsüzlüğün hiçbir açıklaması, inandırıcı tarafı yoktur. Birçok sinemasever bu konuda benzer yorumu yapar: Bond’u Bond yapan da budur zaten. (Ve gerçekten son Bond Daniel Craigh’in bir fark yaratabildiği ve Casino Royal’in de bu handikaptan bir ölçüde kurtulabildiği kanaatindeyim)

Ama belirttiğimiz gibi insan hayatında birçok şey vardır ki, özel bir amaçla yapılmaz. Mutlaka bir anlama gelmez. Gizli yada açık bir mesaj taşımaz.

Bu noktada Haluk Bilginer’in hatırladığım bir sözünü aktarmak istiyorum. Tiyatro için söylüyor muhakkak ama benim sinema için belirttiklerimle denk düşüyor: “Sahnede oyuncular, aktörler değil, insanlar görmek istiyorum”

Artık perdede insanları değil aktörleri seyrediyoruz. Yazarlar, yönetmenler hoşlanacağımızı düşündükleri tipleri yaratıyorlar ve oyunculara oynatıyorlar.

Yaşanmış, yaşanacak yada yaşanmakta olan şeyler değil, asla yaşanmamış ve yaşanmayacak olan olayları izliyoruz.

Belirttiğimiz pürüzsüzlükten farklı şekillerde kurtulabilmiş bir dizi örnek vermek istiyorum.

Cehennem Silahı’nda Martin Riggs perdede göründüğü hemen ilk birkaç sahnede nasıl biri olduğunu belli eder. Ama yönetmen Donner, filmin ilerleyen dakikalarında da karakterini tanıtmak gibi bir yükümlülüğü olmamasına rağmen her türlü çılgınlığı, serseriliği yapmasına izin verir. Hikayeye hiç hizmet etmeyen ayrıntılar barındırır film. Ama doğal olan budur. Martın Riggs öyle biridir ve o hareketlerde bulunması normaldir. Ve yönetmende onu olduğu gibi kabul etmiş, kendini sergilemesine fırsat tanımıştır. Filmin eğlence kaynağı olarak kullanmıştır belki ama hikayenin gelişmesi ve planlanan sona varması için onun bu özelliğini kullanmayarak bir kukla olmaktan kurtarmıştır.

Aksi –istenmeyen- durum şöyle olabilirdi: Riggs iyi bir polistir ama fazla serseri ruhlu olması sebebiyle sevgilisini/karısını/bir dostunu kaybeder. Bu durumda Riggs’in o özelliği (ve haliyle Riggs’in kendisi) hikayenin istenen sona ulaşması için bir alet haline gelir. Ama Donner bu hataya düşülmemiştir ve baş karakterini yaşayan biri haline getirmiştir. Bu sayede o karakter bize çok inandırıcı gelir. Sadece hikayenin istenen noktaya ulaşması amacıyla yaratıldığı düşüncesi aklımıza gelmez. Riggs filmin içerisindedir ama hikayenin içerisine değildir. Filmde bizim dünyamızda geçtiğine ve belirgin bir tezat içermediğine göre... (Riggs belki yüksek bir yerlerden atlıyor ama en azından uçamıyor)

Se7en’da Brad Pitt’in canlandırdığı Mills, sabah kalkar, karısı yataktadır. Gayet paspal bir hali vardır. Ayağını yanlışlıkla bir yerlere çarpar. İlk cinayeti incelerlerken Mills “bunun cinayet olduğunu kim söylemiş?” der. Somerset’te normalde onun fikirlerini önemsemediği halde sanki söylediklerini dinlemek istermiş gibi davranır. Ama iki dakika sonra sessiz olması için onu uyarır. Hatta polisleri çağırmasını isteyerek dışarı çıkmasını ister. Katilin evine girdiklerinde çevreyi incelerken Mills’in kullandığı el feneri birkaç kez söner. Somerset merkezde olayı açıklarken telefon çalar, binbaşı cevap verir ve konuya devam edilir. Göğüslerini traş ederlerken Mills Somerset’e bir şey söyleyecek olur, vazgeçer. Bu ayrıntıların hiç biri hikayenin gelişimine katkı yapmaz. Başka birçok filmde bir mesaj verme, birşeylere vurgu yapma amacı ile kullanılabilecek ayrıntılar, hatta sonucu etkilemesi mümkün olan şeyler (evde katille çatışırlar, masadaki el feneri kendiliğinden yanar, katili aydınlatır, Mills’te onu bunun sayesinde öldürür falan gibi, diğer ayrıntılara da benzer anlamlar yükleyebiliriz, abartılı gibi görünüyor ama buna benzer şeylere birçok filmde rastlıyoruz) burada günlük doğal hareket, tavır ve aksaklıklar şeklindedir. Ayağını çarpması, elindeki fenerin sönmesi, (özellikle evin sallanması) Mills’in yaşamının sağlam temeller üzerine oturmamış olduğunu hissettirmeye çalışan, onun zayıf biri olduğunu simgeleyen şeyler olabilir. Ama tüm bu hareketler sekanslara öylesine bir doğallıkla serpiştirilmiştir ki filme ve karakterlere fark ettirmeden inanılmaz bir doğallık katar.

Fargo’da bayan dedektifimiz gayet soğukkanlı, yeterince –işini yapabilecek kadar- zeki, doğal ve gayet sıradan davranan biridir. İşini yapmaktadır o kadar. İlk cinayetleri haber alıp olay yerine gittiğinde, öldürülmüş iki kişiyi ve olayı incelerken hiçte etkilenmiş, korkmuş gibi bir tavır sergilemez. Kahve içmektedir, kahvaltıdan falan söz eder. Ve öylesine iyimser Amerikan vatandaşı havası taşımaktadır ki, konuştuğu yada bilgi almaya çalıştığı herkese, ondan bir kötülük, yasa dışı bir davranış beklemiyormuş gibi davranır. Tüm bu özellikler zaten tercih edilecek seçenekler değildir. (Hamile olmasını hiç saymıyorum). Ve dedektifimizin öyle biri olması hikayeye bir şey katmaz. Hatta çıkarması bile beklenebilir. Katilleri bulacak kadar işini yapabilen, kadın yada erkek başka biri de olsa olay çözülebilir.

Buna ek olarak filmde hikayeye hiçbir katkısı olmayan bir yan hikaye vardır. Kadın eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Adam biraz yakın davranmaya çalışır ama kadın ret eder. Dedektifimizin kocasına sadık bir kadın olduğunu gösterir bu yan hikaye. Ana hikayeye hiçbir katkısı yoktur, karakterimize kattığı bir şey varsa da bunun hikayeyle bir alakası yoktur.

Peki neden bu özelliklere sahip biri yaratılmış ve o iki katilin peşine gönderilmiştir? Neden filmin anlattığı hikayeyle ve baş karakterin kim olduğuyla alakası olmayan bir yan hikaye filme eklenmiştir?

Filmlerde karakterlerin sergiledikleri birçok davranış, hareket, tavır, yaptıkları bir çok şey bir amaca hizmet eder belki. Olabilir, mümkündür. Ama yaptıkları şeyler ne zaman sadece hikayenin bir parçası olur, doğallık o noktada son bulur ve gerçek hayatta asla var olamayacak bir durum olan pürüzsüzlük -James Bond- devreye girer.

Bahis ettiğim doğallık sağlayıcıları, bazen gün içerisindeki olağan şeyler, tavırlar, davranışlar, ufak tefek aksaklıklardır. Se7en’daki gibi. Bazen bir karakterin hikayenin boyunduruğundan çıkarılarak rahat davranmasına izin verilmesidir. Cehennem Silahındaki gibi. Bazen de bir karakterin alenen filmin dışında da yaşadığını gösteren -ve filme dahil edilen- bir yan hikayedir. Fargo’daki gibi.

Burada bahis ettiğim doğallık-pürüzsüzlük ikilemi tüm film türleri için geçerlidir. Çünkü gün içerisinde yapılan sıradan şeyler, aynı anda meydana gelen hikayeler, kişisel özellikleri doğrultusunda hareket eden karakterler zamanın her diliminde, evrenin herhangi bir yerinde mevcut olabilir. Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde Hobbit’lerin neredeyse tüm beslenme, eğlence alışkanlıklarına şahit oluruz. Hobbitler arası ilişkileri inceleme fırsatımız olur. Bunlar –en azından bu derecede oluşu- hikayeye hizmet etmez. Ama Jackson hiç acele etmeden onların tüm yaşamlarını gözler önüne serer.

Bazen doğallık ve pürüzsüzlük farklı amaçlara hizmet edebilir. Kasten doğallık dışı davranışlar sergilenebilir, ortamlar yaratılabilir ve bunlar bazı amaçlara hizmet edebilir. 2001 Uzay Macerası’nda olduğu gibi.

Aydaki bilinmeyen cismi incelemeye giden grup, yolculuk sırasında gemide bir sohbet icra ederler. Oradaki tavırlar gayet yapay, sıkıcı, formalite icabı denebilecek formdadır. Hikayeye hiçbir katkıları yoktur. Ama, zaten amacı budur o sahnenin. Hikayeye değil atmosfere hizmet eden bir ayrıntıdır. Gelecekte o ortamda insan arası ilişkilerin nasıl olacağı üzerine bir yorumdur. Duygusuz, yapay ve sıkıcı olacağını düşünmektedir Kubrick.

Filmde gayet kusursuz, pürüzsüz, mükemmel birçok şey vardır. Uzay gemileri, istasyonlar, kullanılan teknoloji, insanların görünüşleri, işlerini yapışları mükemmeldir. Gereksiz, yanlış, olmaması gereken hiçbir şey yoktur. Bulunulan ortamlar tamamen doğal dünyadan steril, kusursuz yerlerdir. Ancak bahis ettiğimiz yerler uzay istasyonları yada uzay gemileri olduğu için, bu sterillik ve kusursuzluk film içerisinde doğal bir durumdur. Başka film ve ortamlar için –doğallık dışı olacağı için- pürüz teşkil edecek olan yapım tasarımı, bu filmde doğal alanları meydana getirmiştir.

Ve başka filmlerde, -ve tabii ki gerçek hayatta- bolca rastlayacağımız ve varlığını doğal karşılayacağımız sıkıcı konuşmalar, nezaket ifadeleri, hikaye gelişimi bağlamında anlamsız diyaloglar burada o mükemmel ortama bir pürüz, doğallık dışı bir durum teşkil eder. Gerçek hayatta insanlar gereksiz yere konuşur, anlamı olmayan sözler sarf eder ve bunlar doğal hareketlerdir. Olağan şeylerdir. Birçok filmde karakterlerin izleyicilere tanıtılması, hikayeye hizmet etmeyen sohbetler sayesinde sağlanır.

Burada ise doğallık=pürüzsüzlüktür. Bundan dolayı her zaman doğal karşıladığımız sıkıcı konuşmalar, filmin dahilinde doğallık dışı hareketlerdir. Ve bu bahis ettiğimiz tezat yaratıcı durum bir tercihtir.
Doğallık konusunda kriter alınması gerektiğini düşündüğüm filmse Yatak Odasında (In The Bedroom). Filmin her anından, her sahnesinden, her karakterinden, her mekanından doğallık, rahatlık akmaktadır. Açacak olursak.

Öncelikle olaylara sakince, sabırla bakmamız gerektiğini düşündüren yönetim bizi sakinleştirir. (Hatta itiraf etmeliyim ki filmin ilk sahnelerinde kendini gösteren bu durağan yönetim sıkıcı bir film seyredeceğimi hissettirmişti bana) Hızlı kamera hareketleri, göz alıcı açılar, objektif oyunları yoktur. Bunun sayesinde film, izleyicisine bir mahalle sakini muamelesi yapar.

İkincisi oyuncu seçimi ve oyunculuklar çok iyidir. Filmdeki hiçbir karakter çok güzel-çirkin, çok güçlü-zayıf yada çok iyi-kötü değildir. Çünkü gerçek hayatta karşılaşacağımız insanların (belki binde biri hariç) hiçbiri çok; iyi-kötü/güzel-çirkin/güçlü-zayıf değildir ki.

Oyunculuklar abartısız ve durağandır. Özellikle Spacek ve Wilkinson’ın, oğlunu kaybeden anne ve babayı başarıyla oynadıklarını iki kritere dikkat çekerek açıklamak istiyorum. Birincisi dikkat edilirse bu karı-koca fazla dışavurumcu kişiler değillerdir. Sakin, ağırbaşlı insanlardır. (İki oyuncu da, yazar ve yönetmenin başarıyla yarattıkları bu karakterleri aynı başarıyla tanıyıp özümsediklerini her an fark edebilirsiniz) Oğullarını kaybetmeden önce tanırız onları ve bu özelliklerini. Çok büyük yıkımlar yaşasalar da sağa sola saldıracak, köprülere çıkıp kameraları çağıracak, silahı eline alıp bir yollara düşecek tipler değillerdir. Bundan dolayı buradaki abartısız oyunculuk, karakterleri tanıtma açısından mükemmel bir tercihtir. Bu tercihin imkan verdiği diğer kriterse şudur; tabii ki o insanlarda bağırıp çağırabilirler, kızabilirler, zorlansalar da silaha ihtiyaç duyabilirler. Ama bunu yaparken bizim görmeye alışkın olduğumuz tavır, davranış ve görünümde olmazlar. Anne babanın oğullarının ölümü üzerine gösterdikleri tepkiler, davranışlar bize ‘az’ gelir sanki. Fazla üzülmemiş yada fazla önemsememişler gibidir. Ki eşler arasında bu konu edilir ve tartışma sebebi yaratır. Çünkü her zaman gördüğümüz, birçok insandan beklediğimiz abartılı davranışları göremeyiz. Alkolik olmazlar, her gün ağlayıp karanlık odalara kapanmazlar. Onların bunları yapmaması tabii ki herkesten daha az üzüldüklerini göstermez. Bunu sağlayansa abartısız oyunculuklar sayesinde bize sunulan karakter profilleridir.

Gerçekten hayatta dayanılması zor yıkımlar yaşadığı halde çok büyük değişiklikler yaşamayacak olan insanlar vardır. İşte karakterlerimiz böyle kişilerdir. Yaşanan abartılı olay ve tavırların biz izleyicileri etkileyeceği düşünüldüğü için filmdeki karakterlerimiz gibi sakin insanların hikayeleri anlatılmamıştır yıllarca. Biz bekleriz ki –daha dorusu birileri böyle olduğunu düşünüyor-, karıncayı bile incitmeyecek babamızın süt dökmüş kedi oğlu ölecek ve adam çıldıracak, delirecek yada intihar edecek. Yada oğlunu serserinin biri öldürecek. Babamız hiç vakit kaybetmeden silahı eline alacak ve en gösterişli, karizmatik biçimde intikamını alacak. Bizde ‘eline sağlık’ diyeceğiz. Dünyada bunları yapmayacak olan insanlarda var.

(Filmi görmediyseniz diğer paragrafa geçiniz) Buna ek olarak; evet, yapmayacaklarını belirttiğim şeyleri yapıyor karakterlerimiz. Ağlıyor, içki içiyor, birbirlerine bağırıp çağırıyorlar. Babamız eline silah alıyor ve oğlunun katilini öldürüyor. İşte In the Bedroom’un başarısı, etkileyiciliği burada. Karakterlerimizin başka insanların yapacağı şeyleri yapamayacak kişiler olduğunu gösteriyor. Bizi buna inandırıyor. Ama onların bile bunu yapabilmesi, defalarca izlediğimiz hikayeyi çok daha etkileyici hale getiriyor. Çünkü o karakterler, daha önce perdede fazla görmediğimiz kişiler oldukları için ilginç, herkesin yaptıklarını yapamayacak kişiler oldukları için farklı ve böyle oldukları halde, ellerine silah, yüzlerine isyan yakışmadığı halde bunları yapabildikleri için ilgiye değer –den öte- hale geliyorlar.

İster kullanılacak yan hikayelerle, ister hikayeye katkı yapmayan yan karakterlerle, ister gün içerisinde sergilenebilecek doğal hareket/tavır/aksaklıklarla isterse de belirtmediğimiz başka bir yolla olsun, bir filmin mümkün olduğu kadar doğal, gerçek olması ve bu şekilde içerdiklerini inandırıcı kılması şarttır. Görsel inandırıcılık eksiği, nasıl günümüz teknolojisinin vardığı nokta göz önüne alındığında yeriliyorsa, belirttiğimiz pürüzsüzlükte, sinema sanatının/sektörünün bünyesine katmadığı “şey” kalmadığı gerçeğiyle vardığı nokta bağlamında kabul edilemez/edilmemektedir.

Hiç yorum yok: