Edebiyatta korku denildiğinde ilk akla gelen isimlerinden olan Stephen King muhtemelen özgür irademle okuduğum ilk yazardır. Nedeni şimdi bana komik geliyor, hangisi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama kitaplarının kapaklarından biri beni alıp içine çekmişti. (Hayvan Mezarlığı olabilir) Okuduğumda dünyam değişmişti çünkü hafızamdaki “korku külliyatı”, izlediğim filmlerden çok mahallemizin masalcı/eşek şakacı abi ve amcaların uyduruk hikayelerinden ibaret olduğu için Kızılderili mezarlığına gömülüp evine tekrar geri dönen kedi imgesi, kapaktaki o keskin gözlerin de yardımıyla hafızamda konforlu bir yer edinmekte zorlanmamıştı.
Ve şöyle bir durum vardı ki, aslında bilinmeyene duyulan korkunun baki’liğinin etkisiydi bu. Bu hikayeler, dünyanın teee öteki ucundan geldiklerini her an hissettirmekte zorluk çekmiyordu ki, bizim masalcı tayfanın yaklaşımından farklıydı ortaya çıkan his. Anlatıcıların tavrı, mahallenin salak çocuklarını korkutarak eğlenmekten çok uzaktı. Ciddiyet, kesif bir ölüm ve vahşet hissi, bambaşka mekanlar, bambaşka aileler, kendimce çözüm bulamayıp sonunu korka korka beklediğim ürkütücülükler. Ve tüm bunlar, insanın korku hissinin sadece izleme ve dinleme faaliyetleri sonucu harekete geçirilebileceğine inandığım o naif dönemlerimin ortasına düşmüş ama sonuna tekamül etmişti. The Shining’i okuduğum gecelerde, otelin bahçesinde bulunan süs ağaçlarının dev birer aslana dönüştüğünü zihnimde canlandırabilmiş olmam bu inancı tuzla buz etmiş, tarihe gömmüştü.
Şöyle kabaca bir saydım ki King’in 15-20 kadar kitabını okumuşum, yine 15-20 kadar da filmini izlemişim. Aslında şaşılacak derece verimli bir yazar olduğu düşünülürse kariyerinin küçük bir kısmına hakim sayılırım ama en bilinen ve King’i temsil ettiği düşünülen işlerini gördüm. Dilimize 50 kadar kitabının çevrildiğini bir yerlerden öğrenmiş, aklıma yazmışım ama bu rakamdan pekte emin değilim, zira omanları, hikaye ve kısa hikayeleri, direk senaryo olarak yazdıkları falan toplam 100’den fazla iş’i var. Tam rakamı bilen arkadaş varsa ve belirtirse hepimizi bilgilendirmiş olur. imdb.com’da, kariyerine bakılacak olunursa ne kadar üretken bir sanatçı olduğu görülür.
(Bu arada, bir noktayı belirtmem gerekli; yazarın genel çizgisi, hikayelerinin karakteristik özellikleri, ilgilendiği konular üzerinde duracağım tabii ki ama belirttiğim gibi King çok verimli bir yazar. Oldukça fazla kitabı ve haliyle ilgilenmiş olduğu konu, hikayelerinin beslenmiş olduğu kaynak var. Ben daha çok King denildiğinde akla gelen, en başarılı görülen işlerini dikkate alarak belirli tespitler yapmak durumundayım. Örneğin uzaylılarla ilgili hikayesi de mevcut (Dreamcatcher/Rüya Avcısı –filminin adı Düş Kapanı’ydı- ve Şeffaf gibi) ama ne King denildiğinde akla uzaylılar gelir, nede uzaylılar denildiğinde King)
Stephen King’in hikayelerine genel olarak baktığımızda birçok ortak noktaya rastlarız. Düzenini, mutluluğunu ve haliyle birlikteliğini kaybetmiş aileler, geçmişiyle hesabını kapatamamış ve bu yüzden sorunlu birer birey haline gelmiş karakterler ilk akla gelenlerdir. (King, eşi tarafından terkedilmiş bir annenin çocuğudur, babasız büyütülmüştür) Geriye dönüş içermeyen ya da dönülmese de en azından geçmişten uzun uzun bahsedilmeyen hikayesi pek yoktur. Çoğu King karakteri, birbirinden ayrı iki farklı hayat yaşar. Görünen yüzleri sıradanımsıdır. Ama gizlenen yüzler genelde bir korku romanına malzeme olabilecek kadar öfke, kin, nefret barındırlar. Çocuklar ve onların hayata bakışları da önemli ve sık rastlanan bir olgudur. Karakterlerin yaşadıkları çalkantı ve devinimler hemen her zaman öncelikle zihinlerinde vuku bulur, sonra dışarıya taşar ve bu taşmışlıktan etkilenenler o karaktere en yakın olan kişilerdir. Ve esas ürkütücü olan konu şudur ki, içindeki öfkeyi dışa vuran kişiler hemen her zaman kendilerini şaşılacak seviyede haklı görmektedirler. İkinci kişiliklerin ön kişiliği ezip geçerek ön plana çıkışında bu haklılık hissinin payı büyüktür.
Din’i etkiler, muhafazakar gelenek ve değerler çoğu zaman karakterleri etkiler ve kişiliklerinin oluşumunda önem taşır. Yine birçok öyküsü küçük kasabalarda geçtiği için King sık sık Amerikan taşra kültürünü de yerme fırsatı bulur. Ki kendisi Maine’lidir ve ciddi bir memleket aşığıdır. Birçok öyküsü bu eyalette geçer. Cinsellik ve daha çok kadın cinselliği, çocukluktan gençliğe ve yetişkinliğe geçiş stres ve baskısı da sık sık karşımıza çıkar. Erkeklerden kötü muamele görmüş ve eşsiz olarak çocuğunu büyütme zorluğuyla karşı karşıya kalmış kadınlar birçok öyküde mevcuttur. Doğaüstü güçlere sahip karakterler de kullanır zaman zaman ama bu doğaüstülük genellikle, karakterlerinin yaşamış oldukları manevi acıların biriktirdiği öfkenin yada sıkıntının meydana getirmiş olduğu potansiyel enerjinin dışa vurumu görevindedir.
Karakterlerini hemen her zaman halkın arasından seçer. Yani amansız polis yada ajanlara, terör örgütü liderlerine yada önemli mensuplarına, güçlü askerlere, vurduğunu indiren tetikçilere, devlet başkanlarına, sanayi patronlarına, önemli bilim adamlarına ve benzeri karakterlere pek rastlanmaz kitaplarında. İşte bu noktada yazarın hikayelerinin ortak zayıf noktası ortaya çıkar bence. Verilen mücadeleler şaşılacak derecede amansızdır ve son son son sınıra kadar ilerlemeyi başarır. King, halk arasındaki insanların böylesine bir mücadele yaratmaları durumunu, her zaman insanın yaşama dürtüsüne dayandırır ki insan ancak o durumda olağan üstü direnç ve dayanıklılık gösterebilir. Onun karakterleri iyi yada kötü olsunlar, sıradan insanlar olmalarına rağmen içlerinde Rambo’msu dayanıklılık, Rocky’imsi bir mücadelecilik barındırırlar. Acı, vahşet, öfke, ceza hep had safhadadır.
Ama yazar, belirttiğim sıradan insanların sıra dışı mücadelelere girişmeleri ve ötesinde bu doruklara dayanma metanetini göstermeleri tezatını gerçeğe uygun eylemlerle beslediği için inandırıcılık dışına taşan pek bir şey yoktur. Aksine bu durum gerilimi körükler. Fiziksel mücadeleleri, sıradan mekanlarda ve kişiler arasında meydana geldiği ve bir bakıma aslında “az”lık teşkil eden varlık gösterdikleri için ve King’te bu küçüğümsü eylemleri, tüm ayrıntısına kadar betimleme şansı bulur ve bunu sonuna kadar kullanır. Bu konuda çok başarılı olduğu için de okuyucuda bir meydan savaşı okuyormuş hissi doğar. The Shining’in sonları, belirttiklerime tamamen uyar örneğin. Aslında çok fazla, saatlerce süren olaylar olmaz ama meydana gelenler tüm ayrıntısına kadar özenle sergilenir. Küçük insanlar, küçük olaylar ama büyük mücadelelerdir onun yazdıkları.
Zaten bazı King roman ve filmlerinde kan ve şiddet mevcut olsa da –hem de şoke edici biçimde- aslında yazar, fiziksel şiddetten çok bunların manevi izlerine, yansımalarına, bıraktığı izlere odaklanır. Bir çocuk, babasından şiddet görmüşse bize şiddeti değil, izlerini gösterir.
Genel olarak, sinemaya en fazla öykü vermiş yazarlardan biri ve aslında kendisi de bir sinemacı olsa da (senaristlik, oyunculuk, yapımcılık hatta yönetmenlik bile yapmıştır) ben Stephen Kin’in, ancak özel şartlar altında ve durumlarda sinemaya uygun olduğunu düşünen bir okuyucusuyum. Açıklamak gerekirse;
King’in genel çizgisinde, genel korku filmleri çizgisi olarak değerlendirilebilecek hayaletler, eli baltalı/satırlı seri katiller, şeytanımsı/cinimsi varlıklar, vampir yada kurt adamlar gibi, görsel korkuya zemin hazırlayan klasik korku motifleri yoğun değil. Dediğim gibi kan ve şiddet mevcut olsa da hikayenin etkileyiciliğini aldığı kaynak bu değil. Onun karakterlerini (ve tabii ki bizi) korkutan şey, fiziksel korku ve acıdan çok zihinsel olan ızdırap ve korku. Zihinsel dediğimiz şeyi de, yani insanların düşüncelerinde meydana gelenleri ise resmetmek, kadraja sığdırmak kolay değil. Zaten birçok King romanı adı sanı pek duyulmamış, hatta çoğu zaman sinema için değil televizyon için yönetmenlik yapan isimlere emanet edilmiş. Ortaya çıkan filmler de haliyle yapıcılarının ait oldukları mecralar dahilinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Ki ara ara karşıma gelen eski sayılabilecek King korku uyarlamalarını izliyorum da gerçekten iyi yapımlar olmadıklarını fark ediyorum. Birinci sınıf yapımlar olarak çekilmiş korku filmlerinin birçoğu da romana tam olarak sadık olarak görülmemiştir çünkü sinemaya uygunluğu yapımcı ve yönetmenlerin şüphesiyle karşı karşıya kalmıştır. Örneğin King, sinema tarihin en iyi korkularından biri olarak görülen The Shining için negatif yaklaşımdadır. Okuyanlar ve izleyenler bilir, hikayenin sonu tamamen farklıdır (romanda otel kalorifer kazanının patlamasıyla havaya uçuyor) ve otel, kitapta, filmdeki haline göre çok daha canlıdır, ruh sahibidir.
Ve izninizle ayrıca belirterek yazıyı derleyen kişi olarak kendime bir parça torpil geçmek istiyorum, King’in en iyi uyarlamaları arasında Dolores Claiborne gibi aile dramı türü içerisinde duygu sömürüsü yapmayıp gerçekten izleyiciyi kıskıvrak yakalayan bir film vardır. Yine Apt Pupil da, çok az ve öz karakterle/olayla gerilimi üst seviyede tutmayı başaran, İkinci dünya savaşının günümüze etkileri ve hoşlandığım tabirle “bulaşmışlığı” üzerine etkileyici bir tablo sunan bir filmdir.
Çok önemli olarak görülemeyecek yönetmenlerin yanı sıra birinci sınıf birçok yönetmen de King’in hikayelerine ilgi duymuş. Hemen filmografisine bakıyorum. (Bu arada, fırsat bulmuşken belirteyim, bu yazıyı derlerken Sinema Dergisi’nin Mart 2000 tarihli sayısındaki Kutlukhan Kutlu’nun Stephen King üzerine derlemiş olduğu yazıdaki filmografiden (ve sık sık imdb.com’dan) yararlanıyorum ama yazının içeriğini dikkate almadığımı da belirtmek isterim) Carrie/Brian De Palma, The Shining/Stanley Kubrick, Creepshow ve The Dark Half/George A. Romero, Christine/John Carpenter, Dead Zone/David Cronenberg, Stand By Me ve Misery/Rob Reiner, Shawshank Redemption ve Green Mile/Frank Darabont, The Mangler/Tobe Hooper, Dolores Claiborne/Taylor Hackford, Apt Pupil/Bryan Singer. Bu belirttiklerim Green Mile’a kadar (zaten bu filmden bu yana gerçekten başarılı olarak görülen King uyarlaması yok gibi) önemli yönetmenlerce filme alınmış King uyarlamaları. Bu 13 filmin ancak 6 tanesi korku filmi olarak görülebilir. Carrie, Shining, Dark Half, Christine, Dead Zone, Mangler. Hatta bence Christine ve Dead Zone birer korku filmi değildir. Buna göre iyi ve önemli yönetmenlerce dikkate alınıp filme alınan King hikayeleri daha çok korku hikayeleri değildir. Bu da aslında King’in, bir korku yazarı olarak sinemaya uygunluğu bir ölçüde tartışılır olduğunu gösteriyor. Konuyu daha da daraltarak özetleyecek olursak en iyi 4 Stephen King filmi muhtemelen Shawshank, Green Mile, Shining ve Carrie olarak sıralanabilir. 2 korku, 2 dram. Ve şaşırtıcı biçimde korkular dışında hapishanelerde süregiden hikayeler.
Biraz daha ileri gitmeyi deneyip, King’ten uyarlanmış olan filmleri de dikkate alarak, King’ten uyarlanacak bir filmin iyi olabilmesi için gerekenleri belirlemeye çalışalım.
King’e ait bir korku filminin iyi olması için gereken ilk ve en büyük gereklilik, olağanüstü oyuncuktur. Belirttiğim gibi, karakterlerin soyut dünyalarında meydana gelen çalkantı ve gerilimleri filme almanın yolu, karakterlerin mükemmel sunulması gerekliliğidir. Yani zihninde fırtınalar kopan bir karakteri sunacak olan kişi, yönetmen istediği sinematografik yönteme başvursun yine de oyuncudur. Hemen bakalım, Sissy Spacek/Carrie, Jack Nicholson/The Shining, Kathy Bates/Misery, Christopher Walken/Dead Zone…. Spacek Oscar adaylığı, Bates Oscar almıştı. Nicholson’ın “Here’s Johnny!” çekimindeki yüzü zaten on Oscarlık takdir kazanmıştır. Walken, her ne kadar genel çizgisine uzak bir role soyunmuş olsa da Dead Zone’da gerçekten çok etkileyicidir. Bunların dışında Dolores’te Kathy Bates’in yüzüne yapılan yakın çekimlerin sayısı neredeyse uzak çekimler kadar çoktur ki bir yönetmen ancak oyuncusuna çok güveniyorsa buna cesaret edebilir. Shawshank ve Green Mile’daki oyuncuların hemen hepsi muhteşem oynamış ve Oscar adaylıkları almışlardır. (Morgan Freeman, Tim Robbins, Michael Clarke Duncan ve Tom Hanks) Apt Pupil’da Ian McCallen bence Oscar adaylığı aldığı Gandalf rolünden çok daha etkileyicidir. Karakteriyle inanılmaz derece bütünleşmiş, şaşılacak incelikte oynamış ve bu zor rolün altından kalkmıştır. Görüldüğü gibi iyi oyunculuk, King’in anlatmak istediklerini sırtlayan en önemli faktördür.
İkinci şart olarak senarist cüretkarlığını göstermem lazım. Yine aynı nedene bağlanarak. King, karakterlerin geçmişlerini, içlerinde meydana gelen çalkantıları, his ve düşüncelerini uzun uzun hatta birçok durumda sıkıcı olacak kadar uzun anlatan bir yazar. Yani öyle an gelir ki adam barda oturup içki içiyordur. 70 sayfa okursunuz hala o içki bitmemiştir. Bir çocuğun, annesinin sabah kalkıp kendisini yedirip okula göndermesi süresince düşündüklerini yine belki 50 sayfa anlatabilir. Ama buna karşılık şok edici bir rüya sekansını bir sayfaya sığdırır. Yani kitaplarında aslında ciddi bir ritim ritimsizliği vardır. Ama sinema, böylesine bir ritim özgürlüğünü kaldıracak bir mecra değildir elbette. İşte bu yüzden kitabı uyarlayacak senariste büyük iş düşmektedir. Zaten yine en iyi örneklere bakıldığında iş başında iyi senaristlerin olduğu görülür. Carrie’yi uyarlayan Lawrance D. Cohen 2 kez Edgar Allan Poe ödülüne aday gösterilmiş bir isimdir. Shining’i Kubrick bizzat senaryolaştırmıştır. Ölüm Bölgesini, İndiana Jones ve Lost Boys gibi filmlerin senaryosuna imza atmış Satürn ödüllü Jeffrey Boam uyarlamıştır. Darabont zaten yönettiği iki uyarlamanın senaryosunu kendisi yazmıştır. Misery’yi iki oscarlı William Goldsman yazmış ve bu işiyle Oscar adaylığı almıştır. Daha birçok örnek gördüm ama yazmaya gerekli görmüyorum, görüldüğü gibi King uyarlama fikrindeyseniz, senaryolaştırmayı kendisine bırakmamanızı salık veririz. …………… Bu arada, bildiğim birkaç örnekten yola çıkarak bunu söyledim ama şimdi tekrar bir baktım da King’in senaryolaştırdığı ve gerçekten iyi bir film olarak kabul edilmiş örnek olarak görebildiğim kadarıyla pek yok. Buna göre iyi King uyarlamalarında iyi senaristlerin payı büyük. Sinematografik güçleri bir yana şöyle ikinci bir sebep görüyorum ki, bu tanınmış, güçlü yazarlar uyarlamayı yaparken bir şeyleri değiştirme özgürlüğüne sahip isimler oluyorlar. Yani ilk işini almış bir senariste söz geçirmek kolaydır ama Tony Gilroy’a “o sekansı atma” diyemezsiniz.
Bu iki kriteri belirtince bir şeyi fark ettim ki sanki yönetmenlik önemsizmiş gibi bir tablo çıktı ortaya. Zaten oyunculuk ve senaristlik her film için önemlidir tabi ama King’ten uyarlanmış filmlerde bu ikisi tam olmayınca film batıyor gibi oluyor sanırım. Yani yönetmenlik kurtarıcı olamıyor. Daha sete çıkmadan bazı kararların verilmiş olması, hikayeye nasıl bir bakış tutturulacağının belirlenmesi ve ortaya çıkacak filmin vuruculuğunun hikayeden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekiyor sanki.
Bunlara ek olarak aslında belirtmeye çalıştığım gibi King’ten uyarlanmış bir şey izlerken illa korku beklememek, King’in üzerimize salacağı korkunun yine cümle ve paragraflarla gerçekleşecek türde olduğunu kabul etmek gerekiyor. İlk King uyarlamasından bu yana (1976/Carrie) 30 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen hala King uyarlamak belirli bir formüle, tarza, yaklaşıma sığmamış bir olgu olarak Hollywood’u zorluyor. Ama kayıtsız da kalınamıyor demek ki çünkü her zaman popüler olmuş, her zaman sevilmiş bir yazar kendisi.
Bir severi olarak, King’in sinema hayatı denildiğinde aklıma korkudan çok dram ve gerilim geliyor. Bir korku yazarı olarak tanınabilir ama bir gerilim ve dram sinemacısı o. Ki, “egzersiz amaçlı olarak her gün en az bilmemkaç kelime yazarım mutlaka” diyen yıllanmış bir çınar olarak sorunu belki de bu kadar üretken olma çabasında olmasıdır. Sinema için hak ettiği kadar iyi referans olmamasının kökeninde az sayıda iyi filminin olması değil çok sayıda kötü filminin olması yatıyor. Aksi takdirde, filmografisi yukarıda belirttiklerimizle sınırlı olmayı başarabilseydi rahatlıkla “sinema için mükemmel bir kaynak” yakıştırmasını yapabilirdik.
Saygılar, iyi seyirler.
30 Ağustos 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder