Karanlık Şehir (bizde gizemli şehir olarak gösterime girdi ama bu şekilde anmama herhalde kimse karşı çıkmayacaktır) aslında çok çok uzaklardan gelen, bu uzaklığı da hissettirmek için elinden geleni ardına koymayan ama aslında günümüze ve biz günümüz insanına çok yakın bir film. Yine 90’lar ve 2000’ler sinemasının popüler türü olan ve çok iyi örnekler vermiş “aydınlanma filmleri”nin bir başka harika örneği. Ama bir Dark City fan’ı olmamı sağlayan, diğer örneklerden ayrılan bir tarafı var. Onu belirtmeden önce, şu aydınlanma filmlerini kısacıkçağız özetleyelim ki farkı daha rahat açıklayalım. Aydınlanma filmleri genel olarak, günümüz sisteminin insanları birer tüketim toplumu bireyi olmaya zorlaması, bunu da insanların doğru/yanlış, güzel/çirkin, iyi/kötü anlayışlarını denetim altına alma amacı güderek içinde yaşadıkları maddi dünyayı kuşatmak yoluyla yapmaları üzerine kuruludur. Birey, bu kuşatmayı fark eder ama çevresi tamamen kuşatılmış olduğu için bu çemberden kurtulamaz. Taa ki sahip olduğu her şeyi yitirmeyi göze alana dek. (Tyler Durden: ancak her şeyimizi kaybedince özgür olabiliriz) Birey her şeyini yitirir, daha doğrusu her şeyinden vazgeçer (tabii ki bu kolay olmaz) ve görür ki kaybettikleri, kazandığı bir tek şeyin yanında bir hiçtir: kendisi.
İşte Karanlık Şehrin bireyinin yaşadığı aydınlanmanın büyük bir farkı vardır. Murdock’ın, kendisini kazanmak için yapması gereken şey sadece maruz kaldığı kuşatmayı fark etmek ve nefret edilesi karısının baskısından (Truman Show, Amerikan Güzeli), konforuna alıştığı lüks yaşantısından (Dövüş Kulübü) hatta ve hatta yaşadığı dünyadan (The Matrix) kurtulmak değil, tüm bunlara ek olarak hiçbir yardım beklemeden ölesiye korkutucu karanlığın içerisine girmek ve ayakta kalabilmeyi umacak kadar cesur olabilmektir. Mutlaka böylesine bir değişim ve aydınlanma yaşamak, farklı bir türde “aydınlanma filmi” yapmak anlamına gelir: bilimkurgu. İnsanın bilmediği bir dünyada aydınlanmak zorunda kalması, bildiği dünyada aydınlanmasında mutlaka daha zordur.
Tabi mutlaka olayların bilinmeyen bir evrende geçiyor olması, belirttiğim odaktan bir ölçüde olsa uzaklaşılması anlamına geliyor ama yine de karakterin tek çabası, geçmişini ve kendini, kim olduğunu bulmaktan ibaret olduğu için bu gerçek değişmiyor. Sadece film üzerine irdelenecek ayrıntılar biraz farklılık gösteriyor.
Yani…. Proyas, Dark City’de tema olarak, birçok filmle benzer şeyler üzerinde duruyorsa da, çok daha güçlü ve açık bir şekilde ifade edebiliyor bunları. Nasıl? Bilim-kurgunun olanaklarını çok iyi kullanarak. Dönemimizin popüler türünün işlediği konular olan (ve ilginçtir ki popülerlik çoğu zaman sisteme hizmet eden bir şeydir ama bu alttür, sisteme karşı olduğu halde popülerdir) insanın kendisini bulması, kim ve ne olduğu konusundaki şüphelerini yenmesi, her ne pahasına olursa olsun gerçeği öğrenme dürtüsü, bunun ötesinde gerçeği kabullenme, sahte gerçeklik, insanın kaderini kendisinin belirlemesi, öylesine karmaşık ama inandırıcı -ikna edici- bir ortama taşınıyor ki olacakları baştan kabullenme pozisyonunda kalıyoruz. Kurulan atmosferle, o ürkütücü tekinsiz karanlık şehirle bildiğimiz, gördüğümüz yaşama ortamlarının çok ötesinde bir yer sergileniyor. Tıpkı kahramanımız gibi bizde öyle bir ortama tamamen yabancıyız. Onun gibi korkuyoruz. Orada her şey olabilir. Bu his bizi, daha hikayeyi izlemeye başlamadan filmin içerisine çekiyor ve anlatılacak her şeyi kabullenecek mod’a sokuyor.
Birkaç dakika önce, kim olduğunu bile hatırlamadan çırılçıplak uyanan kahramanımız (Murdoch) karanlık, soğuk ve mat bir şehirde dolaşıyor. Gördüğü, hissettiği her şey bir soru işareti onun için. Kim olduğunu, neden burada olduğunu bilmiyor. Geçmişi hakkında hiçbir şey hatırlamıyor. Bu zaten yeterince zorlayıcı bir durum. Bulunduğu yerde bilinmezliğe bilinmezlik katıyor. Son derece ürkütücü, bildik kuralların geçerli olmadığı, karanlık bir şehir. Her yer karanlık. Bunun üzerine insana benzerliği sahip oldukları uzuvlardan ibaret olan canlılar her yerde belirebiliyorlar, tüm şehri uykuya yatırabiliyorlar, havada süzülebiliyorlar ve kümesi bir saray, ara sokağı bir meydan yapabiliyorlar. Sonrada hiçbir şey yokmuş, her şey normalmiş gibi ortadan kayboluyorlar. Bunun üzerinin üzerine de bu tipler kahramanımızın peşine düşüyor. İşin içerisine polis tarafından aranmasını da katarsak pişmiş tavuk örneğine dönüyor kahramanımızın durumu. İşte Proyas kurduğu yapıyla, bize çok uzak olan o şehre ihanet etmiyor ve gerçekten çözülmesi mümkün görünmeyen bir durum yaratıyor. Her şey olabilir demiştik. Olabilecek her şey –en kötü şey- oluyor da. Bu kadar çözümsüzlüğü, bu derece karamsarlığı, bu kadar çok soru işaretini başka hangi tür birleştirip kabul edilebilecek bir mantıkla bezeyebilir ki?
İlerleyen dakikalarda kahramanımız tüm ürkekliğine ve çaresizliğine rağmen inancını yitirmiyor. Mücadelesini sürdürüyor. Öncelikle kendisi ile ilgili cevaplara ihtiyacı var. Ve bu cevapların Shell Beach’te olduğunu düşünüyor. Orayı bulduğundaysa kendisiyle ilgili değil sadece, ihtiyacı olan tüm soruların cevaplarıyla karşılaşıyor. O anda düşmanları tarafından yakalanıyor ve götürülüyor. Aslında yakalanması çokta gerekli değil. Çünkü gideceği hiçbir yerin olmadığı bu noktada ortaya çıkıyor. Yani bıraksanız, muhtemelen geldiği yere geri dönecek, çünkü kaçtığı şeylerle yüzleşmek isteyecek. (yada zorunda kalacak, er yada geç)
Filmin az rastlanır bir yapım tasarımı var. Şehrin o karanlık, ürkütücü dokusu, büyük binalar, tekinsiz cadde ve sokaklar akıllara kazınacak kadar iyi. İşte bu derece uzak bir şehri böylesine özenle inşa etmek her yönüyle çok önemli bir tercih. Yapım tasarımı, sanat yönetimi her film için önemlidir mutlaka ama Karanlık Şehir’deki önemi çok daha fazla.
İnsanların kılık kıyafeti ve Conelly’nin şarkı söylediği mekan müzikleri ile birlikte bizi kara filmin revaçta olduğu 1950’lere götürüyor. Ayrıca görüntü yönetimi, kostüm tasarımları da bunu destekliyor. Proyas’ın kamerası bize unutulmaz kareler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda tanık olduklarımıza olan bakış açımızı da yönlendiriyor. Tam bir özdeşleşme sinemasından bahis etmek mümkün değil. Evet, kahramanımızın gözüyle olanları izliyor, o ne öğreniyorsa bizde onunla birlikte öğreniyoruz, sorunları çözmesini arzuluyoruz ancak onun içerisinde bulunduğu durum belirttiğimiz gibi bize çok uzak. Onu anlamamız ve ona yardımcı olmaya çalışmamız pek mümkün değil. (hani kahraman bir sorunla karşılaşır da, ben olsaydım şöyle yapardım, ona güvenme gözüm tutmadı falan deriz ya. İşte burada o imkansız) Bu yapı hikayeyi sürekli bizden önde tutuyor. Yaptığı her şeyi, gösterdiği davranışları kabullenmekten başka bir seçeneğimiz yok. BU filmi çözemeye çalışırken kesinlikle bir kılavuz lazım ama kılavuz bu derece çaresiz olunca bizde onunla birlikte çıkmazlara çarpıp duruyoruz.
Hikayenin atmosferi, atmosferin de hikayeyi bu derece beslediği bir film bulmak çok zor. Çünkü ikisi de uçlarda seyrediyor. Bu görsellik ve içerik ilişkisi bile Dark City’i bir başyapıt yatmaya yetecek kadar önemli.
Bireyin dönüşümü ve aydınlanma dedik, bu doğru. Ama filmin, mevcut kuşatılmışlığı farklı bir kaynaktan sağlamış olmasıysa, farklı yorumlara, okumalara fırsat veriyor. Örneğin, Murdoch’ın Shell Beach’i inşa ettikten sonra kapıdan çıkmadan önce onlardan biriyle konuştuğu anda söyledikleri birçok şeyi özetler nitelikte. “Aradığınızı burada bulamazsınız, yanlış yerde arıyorsunuz” diyor başını işaret ve hafızasını yada beynini kast ederek. Ama herhangi bir yeri işaret ederek burada bulursunuz demiyor. Örneğin duyguları kast ederek kalbini. (En azından ben bunu beklemiştim) Çünkü bu mesaj birçok filmde vardır. İnsanı insan yapan şeyin aklından ve mantığından öte, duyguları olduğu fikri ve iddiası bilinen bir temadır. Ancak bu olmuyor. Çünkü filmin iddiası biraz şaşırtıcı bir şekilde bu değil. Filmde dostluk, aşk pek işlenmiyor, önemsenmiyor.
Başta Murdoch bekleneceği gibi karısına uzak davranıyor. Sewell’ın soğuk oyunculuğu da bu mesafe hissini destekliyor. Bunu içerisinde bulunduğu belirsiz duruma ve onu hatırlamamasına mal edebiliriz. Ancak hatırladıklarının yalan, geçmişlerinin sahte olduğunu fark ettikten, karısı onu çok sevdiğini ve böyle birşeyin sahte olamayacağını düşündüğünü söyledikten sonra durum değişiyor. Artık oda karısına yaklaşmak istiyor. Belki ondan manevi bir yardım/destek istiyor. Çünkü Murdoch çok yalnız ve buna ihtiyacı var. Ancak buna bir türlü fırsat bulamıyor. Birşeyler (hikaye) sürekli duygusal bir ilişki kurmalarını, birbirlerine yakınlaşmalarını engelliyor. Taa ki o pırıl pırıl güneşi hissederek karısının yanına yürüyene kadar. Burada ilk kez ikisini (iki yabancı olsalar da) kısmen yakın ve (u)mutlu görüyoruz. Burada çok haklı ve ikna edici bir kasıt olabilir. Şöyle ki;
Biliriz ki birçok filmde kahramanlar en zor, hayatlarının tehlikede olduğu anlarda birbirlerine aşık olup sevişmeye falan kalkarlar. Genel izleyici kitlesinin bu tip gelişmeleri beklediği göz önüne alınabilir tabii ancak bunlar, insanın zor anında ihtiyacı olan, onu destekleyecek olan şeyin duygular olduğu iddiası olarak algılanır. Karateci Kit dayağı yer, kız arkadaşı ona salya-sümük bir bakış atar yada hocası karizma bir duruş gösterir, dostumuz kendine gelir falan. Her açıdan sırılsıklam klişe evet, ama bunun gerçekliği yadsınamaz. Sevdiğimiz insanların varlığı ve yakınlığı bizi her zaman güçlendirir. İşte bu açıdan film bambaşka bir noktada duruyor. Bu duygu destekçiliğini ret ediyor ve ısrarla insanın yapması gerekeni gerçekleştirmesi için duygusallığın, duyguların vereceği desteğe değil inançlarına ihtiyacı olduğunu iddia ediyor. Hatta doktorun bunu açıkça dile getirdiğini bile görüyoruz. Geçmişinde karısıyla yakınlaştığı bir anı düşünen, hatırlamak isteyen Murdoch’a “Duygusallığa zaman yok” diyor. İnsanın zor anlarında duygusallık üzerine bir şeyler yaşamasını yada yaşamak istemesini gereksiz hatta belki de saçma buluyor. Ne zaman sorun çözülüyor, o zaman Murdoch karısına gerçek bir ilgi ve sevgiyle yaklaşabiliyor.
Film, bütün bu üstünlüklerine rağmen tam bir başyapıt olamamasının çok net bir sebebi var. Bunun sebebiyse yönetmenin izleyicisi ile nasıl bir bağ kuracağına, nasıl bir mesafe yaratacağına karar verememiş olması.
Filmin girişindeki doktora ait olan o dış ses son derece anlamsız ve gereksiz. Olayların meydana geldiği şehri uzaylıların ele geçirmiş olduğunu en başından bildiriyor ve anlam veremediğimiz birçok şeye bir açıklama getirerek filmin etkileyiciliğini törpülemiş oluyor. (Bu yüzden “gizemli” değil, “karanlık” daha uygun) Çünkü filmin, başlangıcından itibaren peşinde koştuğu amaç tekinsizlik, yabancı ve güvensiz bir ortam yaratmak. Buna ek olarak yabacıların amaçlarını söylemesi, yeteneklerini, durumlarını, amaçlarını belirtmesi bir ölçüde olsa hikaye üzerine azda olsa hakimiyet kurmamızı sağlıyor. Aslında bunların hepsi beklenmeyecek, tahmin edilemeyecek ve filmin en büyük sürprizi olabilecek şeyler. Yegâne sürprizi olaraksa, şehrin dünyada değil uzay boşluğunda oluşunu sunuyor. Bilinmez, daha önce şahit olunmamış bir ortam yaratıyor ancak o ortamın sırlarını, kaynağını açık ediyor. Bundan dolayı bir şeylerin garip olmasını en iyimser ifadeyle eh… kabul edilir karşılıyoruz. Bilindiği gibi etkileyiciliğin düzeyi, beklenilenle sunulanın arasındaki uçurumun derinliğiyle doğru orantılıdır. Ve bu uçurumu çok daha derinlere çekebilecekken tersi bir tutum izliyor. Bu tercih ne yazık ki filmi görmezden gelinemeyecek kadar yaralıyor.
Karanlık Şehrin uzaylıları da aslında başlı başına üzerine yazılabilecek özellikteler. Size biraz zorlama bir fikir gibi görünecek mi bilmiyorum ama sanki binlerce yıl önce bizim biri insanlarmış ta, kendi medeniyetlerini ileriye götürmek için güvendikleri kaynakların kendilerini ak pak yapıp, siyahlar giymelerine sebep olmuşlar gibi. Salt bilim ve teknoloji. Teknolojik olarak çok gelişmiş olduklarını anlamak zor değil, Proyas’ın bu çılgın fikirlerine zemin oluşturacak şehri inşa edebilmişler. Bay El, Bay Kitap, Bay Duvar gibi, bir amaca hizmet etmekten başka bir varlık sebepleri olmayan tipler. Bilim ve teknoloji dünyasında/yaşamında, materyalist, gerçekçi, her şeyin açıklanabileceğinin ve araştırmayla/çalışmayla elde edilebileceğinin düşünüldüğü bu dünyada herkesin bir görevi vardır. Bu görevler birleşip tek bir bilinç (sistem) oluşturur ve gelişimi mümkün kılarlar. Ama es geçilen şey, tüm aydınlanma filmlerinin özenle önemini vurguladığı şeydir: duygular ve duygulardan doğan istemler. Zaten bu uzaylı kardeşler, insanı insan yapan şeyin ne olduğunu anlamaya, kişiliğin/ruhun ne olduğunu keşfetmeye çalışıyorlar ve Murdock’a göre yanlış yerlerde geziniyorlar. Çünkü bizi biz yapan şey kişiliğimizi içeren ruhumuzdan ve bunu biçimlendiren hatıralarımızın toplamından çok duygularımız.
Evet, üzerine yazılabilecek birçok şey var ama (doktor karakteri, filmin polisiye tarafı, anıların imal edilişi, Murdock ve eşinin ilişkisi, filmin var olmayan ve sanırım olmayacak devamını görmeyi neden bu kadar istediğim!) daha fazla uzatmayayım, dördüncü sayfaya taşmayayım (tahoma, 12 punto J ). Genel olarak Karanlık Şehir; uçlarda gezinen, bu uç’luğun altını bilimkurgunun imkânlarından verimli biçimde fayda sağlayarak doldurabilen, enfes sanat yönetimi ve görselliğiyle çok keyifli bir seyir sunan, benzerine zor rastlanır bir film. Ancak türden hoşlanmayanlar kayıtsız kalabilir.
İyi seyirler….
30 Ağustos 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder