30 Ağustos 2007 Perşembe

Hangi Gerçek?

Sinema, fotoğraf sanatından doğmuş bir sanat olarak ilgilenicisine kaçınılmaz bir gerçeklik sunmakla yükümlü. Varsın tüm içerdikleri kurmaca olsun. Kameranın arkasındakiler ne kadar yapay olsa da kadrajın içerisindekiler gerçek olmak ve gerçek görünmek zorunda.

İzlediğiniz bir tiyatro oyunu, size ne kadar inandırıcı yada saçma gelirse gelsin, bir sahnede sergilenmektedir. Yirmi yaşında bir oyuncu, yetmiş yaşında bir karakteri canlandırabilir ve yüzündeki makyaj, onun asıl yaşını gizlemeyebilir. Bu pek önemli değildir. Dekor bir evse, asla gerçek bir ev kadar gerçek olmaz. Pencerede görünen manzara bir tablodur, boyamadır. Gerçeği sadece sembolize ediyordur. Tıpkı, -tabii ki oyunculuklar hariç- o sahnede yer alan her şey gibi.

Bir tablo inceliyorsak, o tablodan, resmedilmiş nesnenin gerçek görünümü ile bire bir uyuşmasını, bir fotoğraf gerçekliği sunmasını beklemeyiz.

Ancak fotoğraf ve fotoğraftan doğmuş olan sinema sanatı, tamamen gerçek görüntüleri başlangıç noktası olarak kullanır. Çekilen bir karede, her ne yer alıyorsa alsın, gerçek dünyada var olan bir şeydir. Yada, hiçbir fark sunmayan.

Bir film izlediğimizi düşünelim. Erkek, kıza aşık oluyor, evleniyorlar, erkek trafik kazası geçirip ölüyor, kızda hüznünden intihar ediyor. Söz konusu hikayenin gerçek hayatta meydana gelmediğini biliriz ancak geçirilen kaza, eğer gerçekçi bir şekilde inşa edilmemişse bundan rahatsızlık duyar, “kaza hiç gerçekçi değildi” demekte bir beis görmeyiz. Olanların gerçekten varolmadığını biliyor olmamız, bu talepkarlığı haksız çıkarmaz. Her kim ki bir film çekiyordur, kadraja dahil ettiği her şeyi gerçek kılmakla sorumludur. Ötesinde, sadece nesnel gerçeklik değil, mantıksal gerekliliklerde aynı gerekliliği şart koşar. Fantastik filmler ve bilim-kurgu filmleri bile, kendi kurdukları dünyaların kurallarını kutsal kabul ederek o dünyaya has bir gerçeklik oluşturur ve o gerçeklikten emir alırlar. Örümcek adam düz duvarlara tırmanır ama lastik kız gibi esneyemez. Neo uçabilir ama her doğruyu kestiremez. Frodo, yüzüğü taşımayı göze alabilir ama kime güveneceğini bilemez. Her yapay dünya, kendi içerisinde bir doğru/yanlış, normal/anormal dengesi kurar ve buna göre yaşar.

Tüm sinemacılar, farklı amaçlar gözetmedikleri takdirde bu sorumluluğu peşinen kabul ettikleri için öncelikli görev olarak gerçekliği amaç edinirler. Filmlerine dahil etme kararsızlığı yaşadıkları tematik yada görsel hemen her şeyi, gerçeklik kılıfına sokabilecekleri ölçüde değerlendirirler. Zaten sinemanın en zor tarafı, insanları etkileyecek aşırılıktaki eylemleri, gerçek kılma gerekliliğidir.

“Bilmediğimiz bir şey söyle…” dediğinizi duyar gibiyim ama, madem bunlar bu kadar biliniyor, neden hala bazı sinemacılar filmlerine, genel tanımlama ile; “gerçeklerden alınmıştır/çekilmiştir” belirtecini yüklüyor?

“İzlediklerinizin hepsi gerçek!” ifadesi o kadar çok ve kötü örnekte kullanıldı ki, vizyona girecek olan bir film için iyiden çok kötü referans olmaya başladı. (Tam olarak hangi örnekti hatırlayamıyorum ama, bunu –izlemek üzere olduğum filmin gerçeklerden alındığını- ilk duyduğumda küçük bir çocuktum ve o filme hiçte sempatiyle yaklaşmamıştım) Çünkü, çok fazla kötü örnekte kullanıldı, çok fazla sömürüldü ve ötesinde “izlediğiniz her şey gerçek”ten çıktı, “izlediğiniz her şey yalan” bir hale geldi. Ve ne yazık ki, birçok sinemasever tarafından uzun yıllar daha çok önemsenen, dikkate alınan ve farklı gözle bakılan bir durumun altından koca bir hiçlik çıktı. Birçok sıradan aksiyon, polisiye, daha çok biyografi, türünün normal bir örneğiyken daha çok önemsendi ama aslında önemsenecek bir tarafları yoktu.

Tüm sinema filmlerinin, bir gerçeklik sunmakla sorumlu olduğunu belirttik. Ve biz izleyiciler filmleri, bize sundukları gerçekliklerin desteği ile gerçekten süregiden olaylar olarak algılarız, takip ederiz. Bu anlaşma, Griffith’ten beri yapılmış ve uygulanmış ise birilerinin kalkıp ta, “bu filmdeki her şey gerçek” demesinin ne gereği var?

Diyelim ki, karakterlerde olaylarda gerçek hayattan alınma. Bu olanaklı tabii ki. Ama bunun doğruluğu, o filmin gerçeklerden alındığını göstermez, gösteremez. Çünkü ortada sinema sanatı ve bu sanatın silahları, teknikleri, anlatım yolları vardır. Evet, sinema sanatı gerçek görüntüleri malzeme olarak kullanır ama kendi teknikleri ile bu malzemeyi biçimlendirir, şekillendirir, duygulandırır. Gerçek olarak sunduğu şeyler gerçekten sizin resmettiğiniz gibi görünüyor muydu acaba meydana geldiği o zaman?

Öznel kamera kullanımı gayet bilinen, birçok yönetmenin kullanmaktan çekinmediği bir tekniktir. Bir kişinin bir şeylere bakışını fiziksel olarak verir ama etkisi ve yeteneği bununla sınırlı değildir. Örnekleyelim, birinin gözünden öpüşen bir çifti görelim. Kamera olduğu gibi duruyor, hareket etmiyorsa o kişi öpüşmeye öylece bakıyordur. Olduğu gibi, yorumlamadan. -Sekansın öncesini, hikayeyi önemsemeden konuşuyorum…- Ancak kamera çifte yaklaşırsa bunun anlamı yaklaşık olarak “kişinin dikkati çiftçin üzerine giderek yoğunlaşıyor, yaptıkları şeyi daha fazla önemsiyor”dur. Yönetmen o öpüşmeye, sadece kamera hareketi, kadraj düzenlemesi gibi görsel unsurlarla farklı hisler yükleyebilir, yorum katabilir. Ortamı ısıtabilir yada soğutabilir. Üzerine müziği bindirerek hissettirmek istediği fikri yoğunlaştırabilir. Hemen her gerçeği anlattığını iddia eden filmin merkezinde, yaşadıklarını paylaşmamız istenen karakter(ler) vardır. Ve sinemacılar kameraları, replikleri, renk seçimleri vs. ile o karakterin yaşadıklarına yorum katarlar ve bu şekilde gerçekliği yorumlamış, yönlendirmiş ve aslında bir ölçüde “çarpıtmış” olurlar. Bu kaçınılmazdır çünkü hiçbir sinemacı, o karakter o anı yaşıyorken orada değildir, onun beyninin içerisinde değildir. Yaşadığı –hatta belki de yaşamadığı- duygu yoğunluğunu bilemez.

Diyelim ki, uzayda ölen bir astronotun hikayesini anlatıyoruz. Türlü zorluklara göğüs gererek kariyer yapmış, amacına ulaşmış bir kahraman, sevdiklerini arkada bırakıp dünyayı kurtarmak için göreve çıkıyor. İşte ne olabilir, dünyaya çarpacak olan bir meteoru engellemek için uzak boşluğuna gönderiliyor. (Armageddon’ı hatırlattı, bağışlayın!) O karakterin ölümü beklediği anlardaki hissiyatını kim bilebilir? Tabii ki düşünüp tahmin edebiliriz ama bu aynı şey değildir. İster istemez yönetmen işin içerisine bir fikir, bir duygu katmak zorundadır. Ve o anda da gerçeklerden sapmıştır.

Öpüşme örneğine dönelim, bir öpüşme (yine hikayeyi önemsemeyelim…) bir kişide nasıl bir etki uyandırır? Neyi tetikler? Yada bir öpüşme birine neler hissettirir? Bazen sadece özenti, bazen katıksız sevgi, bazen bir parça cinsellik, belki de öyle bir ana denk gelebilir ki iç bulandırıcı bir iğrençlik. Yada hatırlanan bir şeyler. Hüzün, sevinç, kıskançlık. Hikayeyi önemseyerek de örnek verebiliriz; o kadın kahramanımızı terk etmiştir. Hala onun kendisine aşık olduğunu bile bile birileri ile flört ediyordur belki. Yönetmen, baş karakterinin, olanlara ve eski sevgilisine yaklaşımını mecburen klasikleştirme eğilimine girer çoğu zaman. Ancak gerçek hayatta o kişi belki de o an; “hayat işte, dün benim kadınımdı, şimdi başkasının, bunu kabul etmeyi öğrenip yaşamaya devam edebilmeliyim” diye düşünüyordur. Sonrasında başaramayıp gidip ikisini de öldürecek olsa bile bir süreliğine aklından bu fikirlerin geçmediğini kimse iddia edemez.

Ayrıca, her insan hayatının çeşitli evrelerinde hiçbir anlam veremediği, kendi üzerinde etkisi görülmeyen olaylar yaşamış, fikirler taşımışta olabilir. Ve bu ruh halinde iken önemli kararlar vermek zorunda kalmışta olabilir. Karakter sinematografik olsa da, onu izlemeye değer kılan yeteneği önemli anlarda ortaya çıkmayabilir.

Her şekilde, hem karakterlerin taşıdığı fikirler hemen her zaman kategorize ediliyordur, hem yaşananlar çeşitli tekniklerle/görselleştirme tercihleri ile fotoğraflaştırılıyordur. Her teknik bir anlam, bir duygu yansıtır/taşır. Ancak hayatta birçok şey, her zaman pürüzsüz bir akıcılıkla, zamanla bağlantılı olarak bir bütünlükle, açılmış bir hesabı kapatırcasına, bir duygu barındırarak cereyan etmez. Bundan dolayı gerçek hayat çoğu zaman sinemaya uygun malzeme barındırmadığı için hemen her şey abartılır, sulandırılır, damıtılır. Ve bu şekilde gerçeklerden sapılmış olunur.

Böyle bir yazı derlerken, belgesel olgusuna uğramamak olanaksızdır ki, gerçeklerden alınan filmler belgesellerdir ve bir belgeseli gerçek yapan bazı kriterler vardır. Bir belgesel yönetmeni, asla resmettiği karakteri, olayı, mekanı, zaman’ı şekillendirmez. Yani filminin “içeriği”ne dokunmaz. Biçimini de sadece ve sadece “resmetme” ile sınırlı tutar. Sergilediği görsellik, asla duygulardan etkilenmez ve izleyicide bir duygu meydana getirme kaygısı gütmez. İşte bir kurmaca ile bir belgesel arasındaki temel fark, yönetmenin içerisinde olduğu bu yaklaşım farkında ortaya çıkar. Kaynağını hatırlayamadığım, paragrafı özetleyen çok şık bir deyiş var. Yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi; “Kurmacada yönetmen tanrıdır, belgeselde ise tanrı yönetmendir” Kurmacada, yönetmen, kendi yönetimi dışında hiçbir şeyin kadraja girmesine izin vermez, belgeselde ise kadrajdaki gerçekliği bozmasına izin vermez. Kendisini, belgeselle kurmaca arasında konumlandırmaya çalışan filmlerin özelliği de, tamamen yapay yollarla meydana getirilen bir olayı belgeselci kamerasıyla resmetmektir ki, bu filmlerin çekiciliği buradadır.

Öte yandan, “hayat, hayal gücü en geniş yazardan daha güçlü bir yazardır…” diye bir deyiş hatırlıyorum. Yani; gerçek olmadığını düşünerek sinema perdesine yansıtılan yada izlenen her şeyin gerçekten gerçekte var olmadığını nereden biliyoruz? Aynen yaşanmış ya da var olmasa da hissettirdiği, düşündürdüğü şey ilk ve tek midir? Tüm film türlerini, klişe karakterleri, bildik olayları aklımızdan geçirelim… Doğumlar, ölümler, aldatmalar, kurtarmalar, cinayetler, yolculuklar, politika, aşk, seks, doğa, bilim, para, mal, mülk…… Hangisi gerçek hayatta yok ki. Bir suçlu, hapishaneden filmde izlediğimiz biçimde kaçmıyor olabilir ama birçok suçlu hapishaneden kaçmıştır. İzlediğimiz öykü, kaçış üzerine olası bir örnek değil midir? (Ki ne kadar mantıklı ve gerçekçiyse o kadar güzel bir örnektir) Birçok insan sevdiği birinin hayatını kurtarmıştır. Bunu yaparken hissettikleri, bir filmde gördüğümüz kurtarmayı gerçekleştiren karakterin hissettiklerinden ne kadar faklı olabilir?

Don Carleone’den daha “baba”, Kayser Soze’den daha “şeytan”, Ripley’den daha “kararlı” Jeffrey Lebowski’den daha “rahat”, Şarlo’dan daha “sevimli” Kane’den daha “derin”, Emmanuel’den daha “çekici” bir(er) karakter yok mu dünyada? Yada Evrenin bir köşesinde Yoda’dan daha bilge bir usta? Yada zamanın bir diliminde T 1000’den daha durdurulmaz bir makine? Frodo’nun yüzüğü taşımasının zorluğu, bir insanın büyük bir sırrı taşımasından ne kadar daha zor? Uzatmayayım… Burada, sayısız film karakteri belirtip, onların sahip olduğu dert ve özellikleri gerçek hayata uyarlayabiliriz. Hangisi bize, öyle görmek istemediğimiz sürece, binlerce yıl yada milyonlarca ışık yıl uzak? Uzaksa neden bu filmler kitleleri peşinden sürükledi? Burada belirtemediğim birçok “yoldaş”ları gibi. İster 7000 yıl önce, ister 7000 yıl sonra… İster kainatın uzak bir köşesinde, ister yatak odasında. Öyle görmek istesek bile hiçbiri bizlere uzak değil. Eğer öyle olsaydı, Haneke, anlamak için çaba sarf edeceğimiz birçok karakter yaratmak için çaba sarf etmez, nasıl olsa ilgilenmeyeceğimiz fikriyle bizi itmez, karakterine çekmeye çalışırdı.

“Gerçek hayattan alınan film” ya da “gerçekleri anlatan film” diye bir şey/bir ayrım yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Daha da kötüsü, (ya da belki daha iyisi) aslında böyle bir şeye hiçbir zaman gerekte olmamıştır. Çünkü sinema zaten gerçekleri anlatır ve sinema filmleri, zaten asla gerçekleri resmetmez. Bu gerekliliğin ortaya çıkışı, sadece ve sadece ürettikleri mamülleri satmanın derdine düşmüş tüccarların ekonomik kaygılarından kaynaklanmıştır.

Özetle; sinema zaten tüm bunları hayattan ödünç alıyor. Gerçek hayat, kendisini insanlara anlatan sinemaya birçok şey borçludur, peki sinema da gerçek hayatı kendine malzeme olarak kullandığı için borçlu mu sayılır? Eğer öyleyse, bu borcu ödemenin yolu “gerçek hayattan alınan filmler”midir?

Hayat, sinemaya, insanların kendisini daha iyi anlamasını sağladığı için borçludur. Sinema da hayata, onu kullandığı için. Bu yeryüzündeki en keyif verici, en doğal ortak yaşam ilişkilerinden biridir. Gerçek olduğu söylenen filmlerin yaratıcıları, filmlerine, bu denklemde bir yer/alan açmaya çalışarak anlaşmanın taraflarına zarar vermektedirler. Hem gerçek hayat tarafına, hem de sinema tarafına.

Hiç yorum yok: