30 Ağustos 2007 Perşembe

Ne izlemek istiyorsunuz?

Tüm sinemacıların zaman zaman değindiği bir gerçek var: “Sinema yapmak çok zor bir iş” Spielberg’de aynı şeyi söylüyor, ilk kısa filmini çeken sinema öğrencisine yardımcı olan 10 yaşındaki kardeşi de (J)… Sinema yapmak zor bir iş. Bu cümle, sinema üzerine yazılacak birbirinden farklı binlerce yazının giriş cümlesi olabilir. Bense elimden gelen en kıvrak manevra ile konuyu paylaşmak istediğim derde getirmek istiyorum.

Bu cümleyi sarf edenlerin içtenliği ve her şeye rağmen sinema aşkları gerçekten takdir edilesi bir tutum ancak bazı durumlarda emeklerinin karşılığını bulamıyor olmalarına neden olan bir şey var ki; onların tüm aşklarını, çabalarını, yaratıcılıklarını, eğitimlerini……. Boşa çıkarıyor.

Sinemanın zor bir iş olduğunun defalarca hatırlanması ve dillendirilmesinin sebebi, bu işi yapanların ulaşmak istedikleri hedefe ilerlerlerken karşılaştıkları zorlukların boyut ve miktarlarıdır muhtemelen. Her biri istenmeyen bir durumu ortadan kaldırmak ve istenen bir şey yaratmak için çaba sarf ederler. Bir şeyler yaratarak, bir şeyleri değiştirerek, yönlendirerek. Ve tabii ki uzun ve yorucu çalışma temposuna katlanarak. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar, dünyanın en yetenekli yaratıcısı olsunlar etkileyemeyecekleri bir şey var: İzleyici ne izlemek istiyor?

Bir filmi yaratan tüm ekibin elinin kolunun bağlandığı an, filmin gösterime girdiği an değil midir? Çünkü ellerinden geleni yapmışlardır ve olacakları etkilemek için yapacakları hiçbir şey yoktur. Ancak çıkardıkları işe yapılacak yorumları etkileyecek bir şey daha vardır: Sinemaseverin filmlerinin karşısına geçtikleri andaki hisleri…. Ne izlemeyi isteyip istemedikleri….. Nasıl bir şey görmek için hazır oldukları…

The Exorcist’i tekrar vizyona girdiği 2001 yılında sinema salonunda izleme şansını kaçırmamıştım. Üstelik örümcek yürüyüşü sahnesi de cabası…. Ancak, televizyonda izlediğim zamanki etkinin yarısını bile hissedemedim üzerimde. Çünkü salondakilerin azımsanamayacak bir kısmı benim irkildiğim sahnelere kahkahalarla gülüyorlardı…..

Eleştirmen Mehmet Açar’ın beni düşündüren bir itirafı var; “İstanbul Film Festivali sonrası izlediğim ilk Hollywood filmi bana çok iyi gelir”

Gerçekten deli saçması, yönetmenlik özürlü birçok filmi ilgiyle izlenmemiş midir? İnandırıcı olmadığı gün gibi belli olan birçok filmde ağlamamış mıyızdır?

Uzunca bir süre sinemaya gidemedikten sonraki gördüğümüz ilk filme canımız “çok iyi bir filmdi” demek istemez mi?

Elinizde üç tane, çok iyi olduğunu duyduğunuz/bildiğiniz, oscarlı, kült film evinize gidiyorsunuz. Hangisini önce izlersiniz? Neden? Ertesi gün bu üç filmden hangisi daha fazla aklınızda kalmış olur?

Bu ve benzeri örneklerin cevabı/sebebi hep aynı kaynaktan besleniyor bence. Ne izlemek istiyorsunuz? İzleyicinin psikolojik durumu, o an ne görmek istediği, neyi hissetmek istediği filme karşı olan yaklaşımını ve fikrini direk olarak etkiliyor. Eğer bu etki biraz daha geneli içerisine alır ise bu durumda ortaya çok garip ve beklenmedir gişe rakamları çıkabiliyor. Mükemmel bir film göz açıp kapayıncaya kadar gösterime girip çıkıyor ve ertesi gün unutuluyor. Klişe deposu kötü filmlerse aylarca liste başı gösterimde kalıyor ve baş tacı ediliyor.

Buna göre gişede başarılı film yapmanın yolu bir ölçüde, izleyicinin neyi izlemek isteyeceğini bilerek film yapmaktan geçiyor ki, belirli bir dönemi etkisi altına almış, hatta belirli bir döneme adını vermiş film türlerinin varlığı bu şekilde mümkün oluyor. 50’li yılların uzaylı istilası filmleri soğuk savaş döneminin ruh halini sembolize ediyorsa, 80’li yılların müzikleri, kılık kıyafet ve saç kesimleri ile karakterize eden filmleri de dönemin gençlerini sergiliyordu. Tıpkı günümüzün “bireyin dönüşümü filmleri”nin (aydınlanma filmleri) yaptığı gibi. Bu ayrı bir yazının konusu.

Aslında hala belirttiğim manevrayı yapabilmiş değilim ki; genel’i ilgilendiren örnekler bir yana –benim irdelemek istediğim- daha bireysel örnekler var. Saymakla bitmeyecek, her izleyicinin bir filmin karşısına geçtiği andaki hislerini yönlendirecek ve farkında olarak yada olmayarak ne izlemek isteyeceğini belirleyecek şeyler. Sıkıcı bir gün mü geçirdiniz? Yoksa yorucu mu? Belki tüm gün durmadan çalıştınız, belki de boş boş oturdunuz. Evinizde, işinizde yada yakın çevrenizde üzücü yada sevindirici bazı gelişmeler oldu. Ölüm, doğum, evlilik, sağlık sorunları, meslek/okul/iş giriş/çıkışları yada değişiklikleri. Yada daha nadiren rastlanan, illa da net bir etki uyandırmayabilecek garip bazı olaylar. Belki o gün çok güzel bir gündü, belki de çok kötü. Ve belki o gün izlediğiniz altıncı film bu, belki de bir aydır izlediğiniz ilk film. Belki çok büyük, belki de çok küçük sebeplerden dolayı bir başyapıt size sıradan gelebilir yada kötü bir film iyi gelebilir. Ve herkes bir film izlemek için pozisyon aldığında kaçınılmaz olarak bir ruh hali içindedir. İyi/Kötü, neşeli/hüzünlü, sıkkın/hevesli, bıkkın/istekli…. her ne olursa. Ve her film kaçınılmaz olarak izleyicisinde bir duygu uyandırma amacını güder. İşte bu iki kutup örtüşmüyor yada kaynaşmıyorsa ortaya çıkan durum belirsizleşir ve izlenen film üzerine hissedilenler bulanıklaşır.

Nasıl bir kişi, kendisi için önem arz eden bir şey yapmak üzereyken zihnini boşaltmak istiyor ve yapacağı şeye konsantre olma ihtiyacı duyuyorsa, bir filmi doğru algılamanın yolu da boş bir zihinle, olacakları bekleme hissiyatında olabilmekten geçer.

İşte en başta yönetmen olmak üzere, izleyicide belirgin bir duygu uyandırmak amacı ile sette bulunan herkesin amacına ulaşma şansı, birçok izleyicinin farkında bile olmadığı bir etki ile gölgelenebilir. Ve gözlemlerime göre gölgeleniyor da…

Filmlerin söz konusu etki gölgelenmesine maruz kalmaları da çeşitli özellikleri, içerik yada biçim bağlamında sahip oldukları/tercihleri sonucu ortaya çıkar. Ancak bu tercihlerin hiçbiri izleyicinin filme bakışının planlanması sonucu şekillendirilemez. Tabii ki meydana gelen olayların sürükleyicilik içermesi, tercih edilen görselliğin içerikle uyuşması istenir. Her durumda yine içeriğe uygun olarak bir hikayeleme tekniğinin uygulanması kaçınılmazdır. Tüm bu tercihler filme bir “izlenirlik” gücü ve özelliği kazandıracaktır. Muhakkak ki, sıkıcı yada yorucu film diye bir şey vardır ancak bu tanımların sınırları net değildir ve bu netliğin sağlanamamasının tek sebebi izleyicinin filme bakışıdır. Ve bu bakışın tanımlanamamasıdır.

(Bu arada tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyorum ki, konumuz “izleme anındaki hisler ve psikolojik durum”dur. Verdiğimiz örnekler bunun üzerinedir. Örneğin rahatsız edici filmlere duyulan özel ilgiler, siyasi yada etnik eğilimler, cinsel tercih ya da hassasiyetler ve benzer durumlar -kişinin sürekli etkisinde olduğu şeyler- konumuz dışındadır)

Film izlerken içinde bulunulan durum aslında “filmin içine girme isteği ya da enerjisi” olarak özetlenebilir. Yani, olanları önemsiyor musunuz yoksa önemsemiyor musunuz? “Altı üstü bir film işte” diyip geçiyor musunuz? Yoksa bunu yapmıyor musunuz? Çünkü bu “bir film işte” kalıbı çok yanlış değildir ama bazı filmleri şaşırtıcı ölçüde yaralar. Filmleri, izleme anındaki psikolojik durumlardan etkilenmeleri üzerine sınıfladım ama yazıyı çok uzatacağı için katmıyorum, küçük bir iki örnek vereyim. Yorucu, zor bir günün ardından 2001 Uzay Macerası’nı izleyebilir misiniz? Moralinizin yerlerde olduğu bir günde Schindler’in Listesini izleyebilir misiniz? Akıl Defteri’nin hikayesinin ne kadarı aklınızda ya da ne kadarını anladınız? Sam Raimi’nin Evil Dead filmi komik mi yoksa korkunç mu? Katil Doğanlar’ın görselliği üzerine neler söyleyebilirsiniz? Bu sorulara verilecek cevapları etkileyecek olan şey, filmin içerdikleri kadar, sizin izlerken içinde bulunduğunuz durumdur. Kendimden örnek vereyim, yıllar yılı temin edemeyip sonunda edinebildiğim, Shinya Tsukamoto’nun Tetsuo’sunu, David Fincher’in Zodiac’ını yada Tarkovsky’nin Stalker’ını izlemek için ekran karşısına geçtiğim andaki his ve beklentilerimle, Scary Movie 76’yı J izlerken hissettiklerim (çok zor ama hadi diyelim ki izledim) arasında ne alaka olabilir? Biri benim için çok önemli bir izlektir, diğeri 1,5 saatlik bir zaman öldürmedir. Ama itiraf etmek gerekir ki, ilk 3 örnekten beklentilerim yüksektir, diğerinden ise düşüktür. İşte bu nakit beklenti, filmler üzerine fikrimi etkiliyor olabilir. Scary movie kötü çıkarsa “bir film işte, salla gitsin” diye önemsemeyebilir ama Zodiac’ı iyi bulamadığım için sayfalarca tecavüze uğratabilirim. Çünkü beklentim çok yüksektir. Ama hangi yönetmen “kötü film” yapmak için kamera arkasına geçer ki?

Yukarıda belirttiğimiz gibi her izleyici, filminin karşısına geçtiğinde kaçınılmaz olarak bir ruh hali içerisindedir. O ruh halinin en önemli tetikleyicisi izleyicinin izlemek üzere olduğunu film hakkındaki beklentisidir. Kişi zaten, -istisnai durumlar dışında- belirli bir amaçla o filmi tercih etmiştir. Korku, komedi, aksiyon, gerilim… Yani görmek istediği şeyi elinden geldiği kadar sipariş etmiştir zaten. Eğer yönetmeni, yazarı yada en yüksek ihtimal başrol oyuncuyu tanıyorsa beklentisi daha nettir. Bir John Woo yada David Cronenberg filmi gibi. Bir Asimov yada Stephen King uyarlaması ise de durum benzerdir. Belirli bazı oyuncular mevcutsa, tür her ne ise bir seviye keyif ceptedir. İsimlere ek olarak bütçe rakamları, kullanılan efektler için “icat” edilen yeni yazılımlar, piramitlerin birkaç tanesinin havaya uçurulması için Mısır Hükümetinden koparılmış bir izin J, gerçek seks sahneleri... Tüm bu ön fikirler, izleyicide belirgin bir beklenti oluşturacaktır. Bu beklenti beraberinde, daha önce sipariş edilerek izlenmiş filmlerden daha iyi bir şeyler bekleme lüksünü de getirir. Çünkü, eğer izlenecekler farklı olsa da etki eğer “daha önceki kadar” sa, tatmin muhakkak daha az olacaktır. Tıpkı son on-on beş yılda izlenen tüm polisiyelerin Se7en’la, tüm tarihi savaş filmlerinin Cesur Yürek’le, suç öykülerinin Olağan Şüpheliler yada Ucuz Roman’la karşılaştırıldığı gibi. Vizyona giren her filmi, hemen her kesimin saygısını ve ilgisini görmüş, yeni eğilimlere ön ayak olmuş bu filmlerle karşılaştırmak ve her filmden bu örneklerin gücün beklemek biraz haksızlık değil midir?

Muhakkak öyledir ancak izlenilen filmden sonra yaşanılan tatminsizliğin sebebi, sanıldığı gibi türün en iyi örneklerinin bizlerde bıraktığı etkiyle birlikte çok bizim filme karşı aldığımız tavırdadır. Her film izleyicisinden ayrı bir hissel durum talep eder ve bunu istemekte haklıdır. Evet, bazı filmler iyidir, bazı filmler kötüdür. Peki biz film için ne kadar iyi yada kötü bir izleyiciyiz?

Biz izlemek istediğimiz filmleri tercih edebiliyoruz ama sinemacılar izleyicilerini tercih etme özgürlüğüne ne kadar sahip? Bu soru’nun, kendince filmlere bambaşka notlar veren kişilerin arasındaki görüş ayrılığının kaynağını ucundan da olsa açıkladığı fikrindeyim.

Birçok sinemasever, “beklediğini bulamama”yla “kötü”nün arasındaki farkı anlamaya zahmet etmiyor gibi geliyor bana.

Saygılar, iyi seyirler.

Hiç yorum yok: