Bir Cronenberg filmi izlemek için perde yada ekran karşısına geçtiyseniz her zamanki beklentilerinizi bir kenara bırakmak zorundasınızdır. Bu klişemsi gereklilik, hemen her bağımsız sinemacı için sarf edilebilir belki ama Cronenberg sineması, ilgilendiği konuya tutturduğu yaklaşım açısından ilgilenicisini biraz germeye ve ötesinde “denemeye” niyetli bir sinemadır. Hiç kimse göz göre göre denenmekten hoşlanmaz belki ve bu yüzden de birçok filmi (cüreti nedeniyle olsa gerek) hakaretle, aynı zamanda da (cesareti nedeniyle olsa gerek) övgülere boğulmuştur Kanadalı yönetmenin. Filminin çıkışında aynı anda hem alkışlara, hem yuhalamalara rastlanabilir. (Cannes Film Festivali gibi görece elit bir ortamdaki bir gösterim olsa bile… Bu örnek Crash/Çarpışma filmi için gerçekleşmiştir) Her şekilde beklediğiniz doğrultusunda bir izlen yerine size sunulacak olan dünyaya girmek durumunda olmalısınız. Bunu kabul ediyor ya da başarabiliyorsanız gayet mutlusunuzdur.
Bence bu açıdan sorun yok, hatta bu harika bir durumdur. Çünkü bu, fan’lara, ciddi hayranlara, kendi içlerinde özel olarak değerlendirilebilecek sinemaseverlere hitap ediş duruşudur. Ama ben bir sinemasever olarak daha çok göstergebilimsel yaklaşıma çok önem verdiğim için Cronenberg sinemasını biraz kısır, görsel olarak biraz sıkıcı, biraz sinematografik yetersizlik içerisinde bulurum. Senaryolarının, Cronenberg yönetmenliğinden daha “yoğun” sinemalaştırmalarının gerekli olduğunu, öyle olmadığı için yetersiz görselleştirildiğini düşünürüm. İzlediklerimi, kitaptan/senaryodan okuyormuşçasına takip eder, hayal gücümün izin verdiği ölçüde zihnimde zenginleştirmeye çalışırım. Çünkü, Cronenberg’in, kimi eleştirmenler tarafından “biyolojik gerilim” olarak isimlendirilen genel tarzına ait filmleri, birçok açıdan öncüler barındıran, öncülerinden sadece tutturduğu bakışla (ve tabii ki görsel tercihlerle) ayrılan filmlerdir. Ama bu öncülerin hemen hepsi, sinematografik tercihleri zorlayan isimlerin elinden çıkmıştır. Bunun sebebi de korku, gerilim, bilimkurgu gibi türlerin genel olarak olanların açıkça resmedildiği değil, sinemasallaştırıldığı türler olması sebebiyle görsel sınırların zorlandığı biçimsel tarzlar barındırmasıdır.
eXistenZ’e gelecek olursak; bilgisayar oyunlarını, oyunların genel yapılarını, içeriklerini, insanlar üzerine –mevcut ve/veya oluşabilecek- etkilerini anlatan bir film karşımızdaki. İşte yukarıda yazdıklarımı yazmadan, yazıya bu cümleyle başlayacak olsaydım, okuyacak kişinin aklında, mevcut filmden bambaşka bir film oluşurdu sanırım. Yoğun efektlerle desteklenmiş, rengarenk görselleştirilmiş, yine neredeyse tamamı yaratılmış ortamlarda süregiden, çok ilginç mekan, kostüm tasarımları barındıran, muhtemelen sürükleyici yapıda bir film. Serüven filmleri yapısına uygun bir bilimkurgu. Öyleyse buyurun eXistenZ’e, buyurun tezat’a.
eXistenZ hiç var olmamış ve olmayacak bir zamanda geçen bir film. İnsanlar dünya otomobil tarihinin en klasik arazi aracını -Land Rover- kullanıyor ama cep telefonları günümüzde bile henüz dizaynına hiçbir yerde rastlamadığımız (ve muhtemelen de rastlayamayacağımız) şekil ve görünümdeler. Kıyafetler, mimari, insanlar arası ilişkiler gayet tanıdık ama gen teknolojisi sokağa düşmüş. Günümüzden de bariz izler var, gelecekten de. Hangi zamandayız? Bu sorunun cevabını filmin içerisinde bulmak çok güç.
Benim fikrim şu: Bilgisayar oyunlarının gece gündüz oynandığı, hiç kimsenin ilgisiz kalamadığı bir ‘90lar düşünün. Yani oyunların ‘90larda olduğundan çok daha fazla -10 kat falan- ilgi gördüğünü varsayın. Ve o varolmayan ‘90ların 30 yıl sonrasını. İşte o 2020’deyiz. Var olmamış bir zamanın geleceğindeyiz. Bu bir şekilde ‘’90larda böyle olsaydı, gelecekte de bunlar olurdu” demek gibi bir şey. Kısaca alternatif bir zamandayız.
Filmin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan zamansızlık hissi kafaları karıştırsa da genetik çalışmaların ürünü olduğu belirtilen o tuhaf çift başlı yaratık, cep telefonu ve bilgisayar ya da oyun teknolojisinin ulaştığı nokta da bilimkurgulara ait imgeler. -ama belirtmeliyiz ki bahis ettiğimiz şeyler bir oyunun içerisinde de var olabilir- Diğer yandan karakterlerin yüzeysel oluşu, olayların fazlasıyla kaçınılmaz gelişmesi, hemen her şeyin (sinemasal olarak da) mekanik olduğu hissini vermesi ise bilgisayar oyunu içerisinde olduğumuzu hissettiriyor. Karakterlerin oyunun içerisine girmesine kadar olan sürede de nerede olduğumuz sorusuna cevap veremiyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak biz bunu hissederken Cronenberg filmi oyunun içine sokuyor. Artık oyunun içerisinde süren bir filmdeyiz. Eminiz bundan. Oyundan çıktığımız zamanda yine nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Tıpkı karakterler gibi. Hala oyunda mıyız acaba? Yada oyunda mıydık zaten?
Filmin sonunu seyretmeden bir karar vermek durumunda olursak şunu söyleyebiliriz. Ya alternatif bir gelecekte meydana gelen bir hikayeyi içerik edinmiş bir bilgisayar oyununun içerisindeyiz yada bilgisayar oyunlarının üzerine bir şeyler anlatan bir alternatif gelecek bilim-kurgusundayız. Film, içerdiği hemen her şeyi -zaman, mekan, alet-ekipman, özellikle öykü- bilim-kurgu filmiyle bilgisayar oyunu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak için kullanıyor. Ve bu bulanıklık öyle bir seviyeye ulaşıyor ki ayırt etmek olanaksızlaşıyor. Buna benzer ufak tefek numaraları başka filmlerde de görebiliriz belki ama bu seviyede oluşu gerçekten şaşırtıcı. Karakterlerimiz de bu konu üzerine uzun uzun konuşup yorum yapıyorlar. Oyundan çıktıklarında Pikul gerçek hayatta olup olmadığına emin değil ki, bu ciddi bir gerilim kaynağı teşkil ediyor. Gerçek hayattaki kişilikleriyle oyun içerisindeki karakterlerini karşılaştırıp bazı şeyleri anlamaya çalışıyorlar.
Bu özenle şekillendirilip ortaya çıkarılmış bir tercih ve eXistenZ’i bir başyapıt yapmaya yetiyor. Film içinde oyun, oyun içinde film durumunun son noktasındayız. Aynı zamanda sinemanın bilgisayar oyunlarını, bilgisayar oyunlarının da sinemayı etkilemesinin (beslemesinin) son noktası.
Diğer bir tercih kahramanlarımızın Cronenberg’in kurduğu ve bize sunduğu dünyanın düşmanlarının içinden seçilmesi. Biz film boyunca onları diğer tarafta görüp izliyoruz. Aslında bu dünyayı yıkmaya çalışan kişiler onlar. Gerçeklik yanlıları. Yani filmin sonunda film mi bitti yoksa oyun mu bitti yada hala oyunun içinde miyiz sorusuna cevap aramıyorsanız durum bu. Sunduğu alternatif dünyanın gerçekten varolması durumunda muhakkak birilerinin bunu yıkmak isteyeceğini ve belki de başaracağını düşünüyor Cronenberg. Buradan da bize sunduğu dünyanın ve teknolojinin karşısında olduğunu varsayabiliriz onun. Kendisiyle yapılan röportajlarda bu doğrultuda konuşmasa da.
Karakterlerimizden daha çok Law’un canlandırdığı Pikul’ya yakınız. Kahramanımız o. Leigh’in canlandırdığı Allegra karakteri de her ne kadar “esas kız" olarak sunuluyorsa da, merkezde ve Pikul’yla yan yana olsa da olayların kötüye gitmesinden hoşnut olduğunu ya da belki de olayları bir şekilde onun kötüye götürdüğünü hissetmiş olabilirsiniz. Oyunun tasarımcısı olduğu için oyununu test ediyor ve Pikul’da onun bir çeşit denek’i oluyor sanki. İşler sarpa sardıkça heyecan artıyor ve bu da daha iyi bir oyun anlamına geliyor. Haliyle Allegra bundan haz duyuyor. Ayrıca Pikul’ya bioport takmak (ya da açmak ?) için benzin istasyonuna gittiklerinde Allegra’nın dışarıya çıkıp sağa sola dokunduğunu sanki bir şeyleri hissetmeye çalıştığını görüyoruz. Yani oyunun gerçekliğini (başarısını) bir şekilde test ettiğini. En başından beri oyunda mıyız filmde mi sorusunu soranlara inceden bir ipucu sunmadan durmuyor Cronenberg.
eXistenZ’i bir arkadaşıma özellikle izletmiştim ki bu dostum, oyunla üzerine bayağı bir kültür sahibi biriydi. Çünkü öyle sanıyorum ki filme bir sinemasever kadar kaçınılmaz olarak bir “pc oyunusever” gözüyle de bakmak gerekliydi. Bu açıdan bakılınca da eXistenZ, oyunların genel prensip, dinamik ve yapılarını çok iyi bir biçimde özetliyor. Oyun karakterleri, anahtar kelimeler, uğranan durak ve mekânların önemi/varlık sebebi üzerine kısa ama açıklayıcı açıklamalar sunuyor.
Oyundan son çıkışta oyunculardan birinin söylediği bir şey de çok dikkat çekici. Ömür boyu oynasak 500 yıl yaşamak mümkün gibi bir şey diyor. Film boyunca izlediğimiz oyun için sadece 20 dk. bağlı kalmışlar. Buna ek olarak Defoe’nun canlandırdığı karakterde karşısındaki kadının Allegra olduğunu fark edince ayaklarına kapanıyor. Hayatımı değiştirdin diyor. (Her ne kadar daha sonra onu öldürmeye kalkışsa da...) Buradan oyunların birer oyun olmaktan çıkıp düpedüz sanal bir dünya olmaya adım atıldığı çok açık.. Yada bize başka filmlerde sunulan sanal dünyaların bir oyundan yola çıkılarak oluşturulduğunu.
Ve bence eXistenZ’in en önemli tarafı, esas farklılık yarattığı, benzersizlik teşkil ettiği taraf şu:
Bilgisayar oyunlarının gen teknolojisiyle kaynaştırılarak sunulması ki bu hamle, görünenden çok daha büyük bir faklılık teşkil ediyor. Genetik biliminin çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmış canlı materyallerle oynuyoruz oyunumuzu. Vücudumuza açılan bir delikle ve göbek bağı benzeri bir kabloyla oyuna dahil oluyoruz. Cronenberg’in her zamanki takıntısı olan insan bedeni bu filmde ayrı bir önem kazanıyor. Anlımıza yada şakaklarımıza tutturulan vantuzlarla yada başımıza geçirdiğimiz bir kaskla da oyuna dahil olabiliriz. Ama hayır, Cronenberg illa bizi bedensel olarak oyuna bağlıyor.
Şüphesiz makineleşme, bilgisayar teknolojileri ve bilgisayar oyunları üzerine yapılan filmler birçok ortak yan barındırır. Hemen hepsi birer siberpunktır ve siberpunk alttüründe her zaman karşılaşılan imgelerden biri insanın makineleşmesi, etle metalin kaynaşmasıdır. Ve hemen her siberpunk örneğinde kablolar, devreler, monitörler, hemen her türlü metal alet/ekipman vs…. yani bir elektronik hakimiyeti ve gözden kaçmayacak metal fetişizmi vardır. Bir de eXistenZ’e bakın…. Filmde metal kullanımı yok denecek kadar az. Filmin başındaki kilise, oyuna girdikleri ev, Çin lokantası… Hepsi ahşap. Ben bu kadar ahşap yapım tasarımına sahip bilimkurgu hatırlamıyorum. İşte eXistenZ ve gen teknolojisi, insanı makineleştirmeden çok, makineyi gen teknolojisi vasıtasıyla organikleştiriyor. Bu öylesine bir farklılık ki alttürün içinde başlı başına bir ayrıcalık oluşturuyor. Oyun podları tamamen organikler, bunu ötesinde “canlı”lar. Ve bu hamle de etten var olmuş insanı, teknolojiyle kaynaştırmak konusunda benzersiz bir kolaylık sağlıyor. Pikul’un lokantada yediği iğrenç yaratıkların kemiklerini bir silaha dönüştürmesi, silahın mermisi olarak bir diş kullanması, kabloların göbek bağı benzeri yapılara benzemesi ve Allegranın, kendi oyun pod’una yavrusuymuş gibi şefkat ve sevgiyle yaklaşması (neticede onu dünyaya getiren kendisi) bambaşka bir teknoloji/insan kaynaşması sunuyor. Mide kaldırıcılıkta biraz buradan geliyor zaten. İnsanın makineleşmesi, insanın içini acıtan, (Tetsuo’yu görenler ne demek istediği anlayacaktır) soğuk bir imgeleme sunarken (siberpunklar genelde soğuk görselliğe sahiptir) eXistenZ bunu bambaşka bir hisse taşıyor. Ki filmin görüntü yönetimi de sıcak tonlara sahip. Ama bu yapı da, başka mevcutlar yoluyla kabullenilemez gibi görünmekten geri kalmıyor.
Eh, şu ana kadar yazdıklarım birer övgü niteliğinde tabii ki ama ne yazık ki film, her Cronenberg filminin takıldığı soruna tekrar takılıyor. Bunu söylemek bu kadar yaratıcı, bu kadar faklı, yeni fikirlerin teleskopla arandığı bir dünyada elmas gibi parlayan bir film için çok rahatsız edici ama göz önünde.
Olanların, karakterlerin resmedilişi son derece “sıkıcı”. Anların hissi, yine hemen her Cronenberg filminde olduğu gibi Howard Shore’un maharetine dayandırılıyor. Kamera yönetiminden bir duygu almak, bir kasıt görmek çok güç. Birçok sinemasever bu tercihi takdir ediyor, bunu biliyorum. Kendilerince haklılar ama dediğim gibi ben biraz görsellik beklentisi yüksek bir sinemasever olduğum için hikayedeki mevcut duyguların, sinemasallaştırılması gerektiğini, hissetmemizin istendiği duyguları başka sanatlardan sinema sanatına sızmış silahlarla verilmesini biraz kolaycılık yada nasıl desem… yetersizlik olarak görüyorum. Duyguyu, kast edileni kameranın yüklenmesini bekliyorum ve bu beklentimi de hiçbir zaman Cronenberg’ten göremiyorum, senaryoları buna sağlam bir altyapı oluşturuyor olmasına rağmen. Yani gerilim içinde kaçmaya çalışan iki kişiyi sabit kamera, genel plan kaydetmek bana göre biraz duygusuz yaklaşım oluyor. Orada bir gerilim, bir kıstırılmışlık, bir sürükleyicilik var ama kamera öyle düşünmüyor. Bu duygular gayet normal, gayet rastlanır, her zaman ortalıkta dolaşır hislermiş gibi davranıyor izleyicisine. Ve bu durumda anlam metnin içinden çıkıyor, kameradan değil. “Sürükleyici” olarak değerlendirilen filmler , sıkı örülmüş hikayeleri dışında çoğu zaman dinamik kurgu ve hareketli kamera tercihleriyle bu sıfatı hak ederler. eXistenZ’te de kötüye giden bir yapı söz konusu. Giderek gerçeklikten kopan, gerçekle sahteyi ayırt edemeyen bir karakterin iç gerilimini ana hat olarak kullanan bir film. Zaten sadece repliklerle bize iletilen hikaye ayrıntıları, bu durağan yönetimle de birleşimce sadece fonda var olan bir öyküyle karşı karşıya kalıyoruz.
Birde şöyle bir nokta var. Bence eXistenZ’in senaryosu aslında bir bağımsız film senaryosu değil. Gayet “dev bir prodüksiyon” senaryosu karşımızdaki. Gerçek hayat gerçekliğinde bir gerçeklik sunan bir oyun teknolojisi, bu oyunun insanlığı etkileyişi, sanallık/yapaylık karşıtları, dev şirketler, suikastçılar, ajanlar, içinde bir aşkın “yeşerdiği” (tabii ki öyle değil, ne iyi…) macera dolu kaçış öyküsü. Böyle şekillendirilmiş bir hikayeyi tercih edeceğim düşünülmesin, (hatta Allah korusun) ortaya çıkacak filmin eXistenZ’ten kötü olacağı yüksek bir olasılık ama filmin mevcut hali de, içerdikleri için küçük kalıyor. Filmde, adı ve etkisi görmezden gelinemeyecek kadar önemli olan birçok şey ortada yok. Şirketler, ajanlar…. Yani oyundaki her şeyin çıkış noktası sanallık/gerçeklik ayrımı ve şirket çatışması ama taraflar hakkında hiçbir bilgi yok. Dünyanın en iyi oyun tasarımcısının, yarı Tanrı Allegra’nın elinden gelen bu mu?
Yani… genel olarak değerlendirecek olursak, Cronenberg sinemasının genel özeliklerini barındıran bir film eXistenZ. Filmografisinde üst sıralarda yer aldığını düşünüyorum. Benzersiz, yaratıcı, düşündürücü ve rahatsız edici. Bu rahatsız edicilik, yine yönetmenin birçok filmi için söylenebileceği gibi pozitif bir rahatsız edicilik. Ama görsel sergileme ne yazık ki hikayeyi, hikaye yapısı destekleyecek kadar zengin değil.
Saygılar, iyi seyirler….
30 Ağustos 2007 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder