Face Off tüm dünyada ilgi ile izlenmiş, sevilmiş, başarılı bulunmuş bir film. Yani iyi bir film oluşu üzerine uzun uzadıya bir şeyler yazmak çok gerekli değil. Ama Yüzyüze’yi iyi bir film yapan şeyleri bir kenara bırakırsak (tabi mümkünse J) ve senaryodaki ayrıntıların ne anlama geldiği üzerine biraz düşünürsek çok ilginç ve (bence) beklenilmez ve (yine bence) şaşırtıcı noktalara, kasıtlara varıyoruz.
Aksiyon dünyası çoğu zaman benzer konularla, benzer rekabet ortamlarından ve benzer duygulardan beslenir. Çoğu zaman ortada bir iyi birde kötü karakter vardır. Bu kişilerin aksiyon yaratma sebepleri çoğu zaman açık, anlaşılır ve desteklenir haldedir. Hikayenin sonuysa, yine anlaşılır, desteklenir ve ötesinde arkasında tortu bırakmayacak biçimde inşa edilir. İyi kötüyü yener, yenmekle kalmaz işlediği günahların acısını da çektirir. Zaten kötü adam ne kadar kötüyse film o kadar iyi olduğu (öyle buyurur Hitchcock… J) fikrine göre adam bu kadar kötüyse onu paklayacak tek ceza ölümdür. İşte Yüzyüze, ilk bakışta her ne kadar bu şablonlara tamamen uyan bir film gibi görünüyor olsa da aslında filmdeki denge kurma ve bozma yapısı çok karmaşık. Bu karmaşıklığın sebebinin hikayeleme tekniğiyle ilgisi yok. Bildiğimiz onurlu, ahlaklı, güçlü, karizmatik polis, daha da iyi bildiğimiz onursuz, ahlaksız ama yine güçlü ve karizmatik hızsız/terörist karakterleri yine yerli yerinde. Bunların amaçlarına ulaşma istemleri bildiğimiz aksiyon yaratma sebeplerinin en önde geleni. Yakalanan teröristin arkasında bir bomba bırakmış olması, bunu engellemek için polisin yüz değişimi önerisini kabul etmesi, bu değişimin iki taraflı boyut kazanması, tarafların aslında olduklarından tam tersi kişiler durumuna düşmeleri vs. Bunlar, yüzyüzeyi bildiğimiz aksiyon filmlerinden daha iyi yapıyor ama benim irdelemek istediğim şey şu ki; bu filmde kişilerin aksiyon yaratma sebeplerinin ötesinde ikisinin de birer karakter değiştirme, yeni edindikleri karakterlere göre davranma ve yeni kişiliklerine göre bedenlerine aldıkları kişiyi yeniden şekillendirme çabaları var. Yani yaşadıkları deneyimler ve sarf ettikleri çabalar, klasik iyi/kötü kovalamacasının çok ötesinde ve bu kovalamacanın dışında yer oluyor.
Hikayeyle birlikte gelişen bu çabaları açıklamaya çalışayım;
Klasik dramatik yapının gerektirdiği giriş bölümü son derece sıkı başlıyor. Ve öyle bir düğüm atılıyor ki, tamam bu olay çözülmez demiyorsunuz ama nasıl çözüleceği konusunda en küçük bir fikriniz bile olmuyor. Uzun bir giriş bölümü bir türlü bitmiyor ki çözülecek problemimizi karşımıza alalım. Bol aksiyon ve Troy yakalanıyor. Bomba öğreniliyor. Kabul edilmesi inanılmaz olan değişim gerçekleşiyor, şimdi ne olacak derken tek taraflı olan değişim çift taraflı hale geliyor. Şokumuz ikiye katlanıyor. Bununla da kalınmıyor, Troy kendi yaptığı bombayı kendi elleriyle etkisiz hale getiriyor ve bir halk kahramanı oluyor. (Dikkat ederseniz Archer hala hiçbir şey yap(a)mamış durumda) Troy’un ABD Başkanı, Archer’ında Saddam Hüseyin olmadığı kalıyor neredeyse.
Karakterler çok güçlü ve Archer ile Troy arasındaki denge bir daha kurulamayacak boyutta bozuluyor. Zaten ilerleyen dakikalarda kahramanlarımızın (özellikle Archer) içerisine düşecekleri durum için (ön bilgi mehiyetinde: birbirlerinin yerine geçmekle kalmayıp, birbirlerinin sorunlarıyla uğraşmaya başlamaları) bu çok mantıklı bir başlangıç.
Archer hapishanede her şeyden aciz ve güçsüz bir durumda. Hiçbir şey yapamıyor. Ve Troy’la savaşabilmesi için, hayatını geri alabilmesi için güce, gücün getireceği morale ihtiyacı var. Hapishaneden kaçıyor ve hemen dostlarının yanına gidiyor. Pollux’un dediği gibi, Troy olmanın keyfi olmasa da rahatlığını, moralini neden çıkarmasın ki? Ki ihtiyacı olan gücü, desteği burada buluyor. Ancak bu gücü kullanması ve yönlendirebilmesi için Archer’lığı bir kenara bırakıp Troy olması gerektiğini fark ediyor. Çünkü bu silahlar, bu dostlar, bu yöntemler Troy’a ait. Çünkü savaş açtığı kişi Archer. Bu gerçeği, (Troy, bu gerçeği çok daha kolay ve çabuk kavradığı ve kabullendiği için erken davranabiliyor) artık Troy olduğu gerçeğini önce kabullenemiyor. İşte kahramanımız öncelikle bunun savaşını veriyor. Ve film boyunca Archer olarak herhangi bir şey yaptığında, bir şeyler ona Troy olduğunu hatırlatıyor.
İşte bu noktada artık yaşanan çaba hala iyi/kötü mücadelesinin bir parçası gibi görünse de verilen kişilik karmaşası savaşı bu. Ve sonunda çözüme ulaşıyor, Archer, Troy oluyor ama “kendisi gibi bir Troy” oluyor. Bu sayede savaşmaya başlayabiliyor ama bu savaşı gerçekleştirebilmesinin bir bedeli var, Troy olmak ve onun eskide bıraktığı hataları onarmaya çalışmak. Troy’un dostlarıyla yakınlık kuruyor, sevgilisinden özür diliyor, onun oğlunu kucağına alıyor. Ve gördüğü şey Troy’un sevgilisi Sacha’nın aslında onurlu ve iyi bir kadın olduğu. İçerisinde bulunduğu yasa dışı dünyadan zerre has etmediğini ve oğlunu her şeye rağmen buralardan uzak tutmanın en büyük isteği olduğunu görüyor. İşte Archer’da bunu fark edince “Söz veriyorum, Archer bir daha asla peşine düşmeyecek” diyor. Ki Archer haklı çıkıyor, Sasha’nın ölürken söylediği son söz, oğlu üzerine oluyor, yani yaşaydı da peşine düşülecek biri değildi Sasha.
Bu “yeni Troy” ve Sasha yan hikayesi, Archer’ın kendi eşiyle yaşadığı mutsuz evliliğiyle de örtüşüyor. Farklı biçim yada sebeplerle de olsa sonuçta Troy’da, Archer’da hemen her zaman eşlerini arkalarında bırakıp gidiyorlar, onları yalnız bırakıyorlar. Eşler açısından durum böyleyken çocuklar açısından da durum benzer. Archer’ın kızı sorunlu, depresif ve isyankar bir genç. “Nasıl olsa beni anlamayacaksın, nasıl olsa bana hak vermeyeceksin” kalıpları, onun temel dayanakları olmuş ailesine karşı. Ebeveynleriyle olan ilişkisi onu kavgaya, isyana, yalnızlığa itmiş. Buna göre tüm çocukluğunu ve gençliğini mutsuz bir ortamda yaşamış bir gencin, yetişkinliğinde yasa dışı mecralara, en azından yasa dışı mecralardan beslenen mecralara yöneleceğini tahmin etmek zor değil. Buna göre, Sasha’nın oğlunu, içinde bulunduğu dünyadan uzaklaştırmak istemesiyle, Archer’ın iyi bir baba olması arasında pek fark yok!
Kanunun iki farklı tarafındaki insanların yaşamlarının, aile hayatlarındaki yansımaları konusuna girdiğiniz anda, Michael Mann’in dünyasına girmiş oluyorsunuz ki, Yüz Yüze’deki bu alt metinler, The Heat’le yada Manhaunter’la gözden kaçmayacak uyum içerisinde. Tarafların neden o tarafta olduklarının sorgulanmadığı, yaptıkları seçimlere katlanmak zorunda oldukları bir dünya Yüzyüze’nin dünyası.
Ve sonrasında Archer,, Troy’un silahları ve silah arkadaşlarıyla polislerle savaşıyor. Woo her ne kadar Archer’ın herhangi bir polisi öldürdüğünü görmemize izin vermese de, onun başını çektiği grup birçok polis öldürüyor muhakkak. Bu çok rahatsız edici bir durum. Ancak hayatını geri almak istiyorsa bunlar olmak zorunda. Bazıları ölmek zorunda. Archer, o uyuşturuculu içkiyi içmek, o silahları eline almak ve polisle savaşmak zorunda. Cage’in oyunculuğunu konuşturduğu (aslında biraz abarttığı) sekansta “karısıyla yatıyorum” diyen Troy/Archer, yüzünü yıkayıp aynaya baktığında artık kim olduğundan emin değil. Ama emin olması gerekiyor. Ve oluyor. O katil bakışlarıyla.
Troy’da Archer’ın yerine geçiyor ama benzer hislerde olmamasını beklesek dahi, hisler aynı olmasa da durum pek farklı değil. Ve işler biraz daha karışıyor.
Duruma aile bireylerinin gözünden bakacak olursak, her şey harika. Artık evin erkeği, gereken her şeyle fazlasıyla ilgileniyor.
Aslında Troy’un Archer’ın ailesine acı çektirebileceği beklenebilir en başında. Ancak bunu yapmıyor. Bunu yerine onların sorunlarıyla ilgilenmeye başlıyor, çok meşgul biri olmasına rağmen. Nede olsa yakalaması gereken ve artık daha da tehlikeli olan bir Troy var. Archer’ın karısıyla birlikte olduğu ilk zamanları yaşayacağı cinsel zevk bir yana psikolojik zevke mal edebiliriz belki ama daha sonraki zamanlarda da eşine sevgi göstermesi kesinlikle tercih edeceği bir şey değil. Başkanla konuşmak yerine eşinin telefonunu kabul ediyor, ona romantik bir gece hazırlıyor, evden çıkarken öpücük veriyor, ayak masajı bile yapıyor. Peki neden? Genel olarak düşünülürse öyle “mutlu ve düzenli bir ailenin hasretini çekmiş bunca yıl” gibi pembe panjur tribi hisleri besleyecek biri değil kesinlikle. Zaten böyle bir alt metin de yok filmde. Herhangi bir şeyi fark etmemeleri için desek, bu da olmaz çünkü değişim öylesine mantık dışı, inanılamayacak bir durum. Ailenin bir şeyden şüphelenmesi burumunda bile bu seçeneğin akla yatması imkansız. Değişiminde sesinden, saçına kadar kusursuz olduğu düşünülürse. Archer, Troy’u kendince şekillendirip daha iyi bir Troy olmak isteyebilir belki çünkü öyle biri ama Troy neden bunu yapıyor ki? Muhtemelen cevap, aynanın diğer yüzüyle aynı: Troy, “kendisi gibi bir Archer” oluyor.
Troy’un Archer’dan daha iyi bir eş, yanı sıra daha iyi bir baba olduğu da iddia edilebilir. Kızının zor anında yanında oluyor. Sorunlarını çözmesi için yardımcı olup çeşitli öğütlerde bulunuyor. Archer’ın göstermediği anlayışı gösteriyor. Sigara içtiğini gördüğünde onu dövebilecekken (ve Troy olarak bundan haz duyabilecekken) bir sigara da kendisi yakıyor. Her ne kadar bu öğütler ve tavırlar kışkırtıcı ve tercih edilesi şeyler değil bizce ama Troy, kızının sorunlarını bu yollarla (bacağına sapla ve çevir) çözebileceğini düşünebilecek biri. Bunları tavsiye edebilecek biri. Amacı tamamen kötü örnek olmak yada yoldan çıkarmak olsa onu uyuşturucu bağımlısı yapabilir, sex harikadır istediğin erkekle sevişmene izin veriyorum diyebilir. Yada o serserinin biri kızına sarkıntılık ederken görmezden gelebilir. Her şekilde kendi doğrularıyla da olsa kızının iyiliğini istediği hissine kapılıyoruz.
Oğulları Michael’ın mezarına gittiklerinde Troy’un durumdan biraz rahatsız olduğunu, canının sıkıldığını, olanların biraz zoruna gittiğini görüyoruz. Travolta’nın burada ki oyunculuğunda sanki, “oğlanın ölmesini istemezdim ama n’apalım? Oldu bir kere” gibi bir yaklaşım var.
Woo, bu iki kişilik arasındaki farkları ve tercihleri açıkça gözler önüne seriyor ama hangisinin yaklaşımlarının doğru olduğu konusunda bir yorum yapmıyor. Çünkü filmimizin üzerinde durmaya çalıştığı şey bu değil. Tabii Troy garanti belgesine sahip bir “kötü adam” olduğu için biz onun yaptığı her şeyi tiksinerek izliyoruz ancak gösterdiği birçok tavrın, yaptığı seçimlerin (ailesi ve işi arasındaki çekişme bağlamında söylüyorum) doğru olduğu iddia edilebilir.
Tabii türümüz psikolojik gerilim yada dram olmadığı için bunları fazla işlememiş Woo. Sadece Troy’un Archer’ın ailesiyle birlikte yaşaması bile (neler yapabileceği düşünülürse) yeterince tedirgin edici. Bizde bundan rahatsız oluyoruz zaten ama Woo, ısrarla Troy’u herhangi bir saldırgan davranışta bulundurmuyor. Ama bunu, inandırıcılığı zedeleyecek seviyeye de ulaştırmıyor tabii ki. “Yalanlar, karıştırılan mesajlar… Gerçek evliliğe dönüştü” diyor örneğin. Tam Troy’dan beklenecek bir söz bu. Ve ok yaydan çıkınca da Archer’ın ailesini yem olarak kullanmaktan çekinmiyor ve çok belirgince vurgulanmasa da, Archer’ın ailesini olaydan uzak tutmak istemesine karşı ağır bir sözü de var: “Onları sen karıştırdın”
Woo’nun, ailenin önemi, insanın kendi prensiplerine bağlı oluşu, dürüstlük gibi temalara önem verdiğini biliyoruz. Troy’un bu yaklaşımlarında da bu mu saklı? Aile o kadar önemli ve ciddi bir kurumdur ki, Troy gibi biri bile aileyi koruyor, önemsiyor ve saygı duyuyor. Her zamanki davranışlarını aile içinde sergilemiyor. Elinden geldiğince “yumuşuyor”. Gayet vicdanlı ve insaflı bir yaklaşımla “Onların bu işle bir ilgisi yok, benim düşmanın Archer” mı diyor? O kadar uzun boylu olmasa da, mutlu kılınabilecek, mutlu olması için iyi bir eş/babadan başka bir şeye ihtiyacı olmayan bir yuvaya düşmek ona keyif mi veriyor?
Yazımın tamamını okuyacak kadar sabır gösterir (…seniz teşekkürler) misiniz yada Yüzyüze’yi bu seviyede incelenecek kadar önemli bir film olarak görüyor musunuz bilemem ama aksiyon türü, birbiriyle benzer örnekleri, soğuk yemekler gibi ısıtıp ısıtıp önümüze sürme suçu işliyor yıllardır. Bundan bıkmış bir sinemasever olarak fark yarattığını düşündüğüm bir filmi ait olduğu dünyadan bir parça da olsa ayırt etmeyi istedim.
Saygılar, iyi seyirler.
30 Ağustos 2007 Perşembe
Dark City üzerine....
Karanlık Şehir (bizde gizemli şehir olarak gösterime girdi ama bu şekilde anmama herhalde kimse karşı çıkmayacaktır) aslında çok çok uzaklardan gelen, bu uzaklığı da hissettirmek için elinden geleni ardına koymayan ama aslında günümüze ve biz günümüz insanına çok yakın bir film. Yine 90’lar ve 2000’ler sinemasının popüler türü olan ve çok iyi örnekler vermiş “aydınlanma filmleri”nin bir başka harika örneği. Ama bir Dark City fan’ı olmamı sağlayan, diğer örneklerden ayrılan bir tarafı var. Onu belirtmeden önce, şu aydınlanma filmlerini kısacıkçağız özetleyelim ki farkı daha rahat açıklayalım. Aydınlanma filmleri genel olarak, günümüz sisteminin insanları birer tüketim toplumu bireyi olmaya zorlaması, bunu da insanların doğru/yanlış, güzel/çirkin, iyi/kötü anlayışlarını denetim altına alma amacı güderek içinde yaşadıkları maddi dünyayı kuşatmak yoluyla yapmaları üzerine kuruludur. Birey, bu kuşatmayı fark eder ama çevresi tamamen kuşatılmış olduğu için bu çemberden kurtulamaz. Taa ki sahip olduğu her şeyi yitirmeyi göze alana dek. (Tyler Durden: ancak her şeyimizi kaybedince özgür olabiliriz) Birey her şeyini yitirir, daha doğrusu her şeyinden vazgeçer (tabii ki bu kolay olmaz) ve görür ki kaybettikleri, kazandığı bir tek şeyin yanında bir hiçtir: kendisi.
İşte Karanlık Şehrin bireyinin yaşadığı aydınlanmanın büyük bir farkı vardır. Murdock’ın, kendisini kazanmak için yapması gereken şey sadece maruz kaldığı kuşatmayı fark etmek ve nefret edilesi karısının baskısından (Truman Show, Amerikan Güzeli), konforuna alıştığı lüks yaşantısından (Dövüş Kulübü) hatta ve hatta yaşadığı dünyadan (The Matrix) kurtulmak değil, tüm bunlara ek olarak hiçbir yardım beklemeden ölesiye korkutucu karanlığın içerisine girmek ve ayakta kalabilmeyi umacak kadar cesur olabilmektir. Mutlaka böylesine bir değişim ve aydınlanma yaşamak, farklı bir türde “aydınlanma filmi” yapmak anlamına gelir: bilimkurgu. İnsanın bilmediği bir dünyada aydınlanmak zorunda kalması, bildiği dünyada aydınlanmasında mutlaka daha zordur.
Tabi mutlaka olayların bilinmeyen bir evrende geçiyor olması, belirttiğim odaktan bir ölçüde olsa uzaklaşılması anlamına geliyor ama yine de karakterin tek çabası, geçmişini ve kendini, kim olduğunu bulmaktan ibaret olduğu için bu gerçek değişmiyor. Sadece film üzerine irdelenecek ayrıntılar biraz farklılık gösteriyor.
Yani…. Proyas, Dark City’de tema olarak, birçok filmle benzer şeyler üzerinde duruyorsa da, çok daha güçlü ve açık bir şekilde ifade edebiliyor bunları. Nasıl? Bilim-kurgunun olanaklarını çok iyi kullanarak. Dönemimizin popüler türünün işlediği konular olan (ve ilginçtir ki popülerlik çoğu zaman sisteme hizmet eden bir şeydir ama bu alttür, sisteme karşı olduğu halde popülerdir) insanın kendisini bulması, kim ve ne olduğu konusundaki şüphelerini yenmesi, her ne pahasına olursa olsun gerçeği öğrenme dürtüsü, bunun ötesinde gerçeği kabullenme, sahte gerçeklik, insanın kaderini kendisinin belirlemesi, öylesine karmaşık ama inandırıcı -ikna edici- bir ortama taşınıyor ki olacakları baştan kabullenme pozisyonunda kalıyoruz. Kurulan atmosferle, o ürkütücü tekinsiz karanlık şehirle bildiğimiz, gördüğümüz yaşama ortamlarının çok ötesinde bir yer sergileniyor. Tıpkı kahramanımız gibi bizde öyle bir ortama tamamen yabancıyız. Onun gibi korkuyoruz. Orada her şey olabilir. Bu his bizi, daha hikayeyi izlemeye başlamadan filmin içerisine çekiyor ve anlatılacak her şeyi kabullenecek mod’a sokuyor.
Birkaç dakika önce, kim olduğunu bile hatırlamadan çırılçıplak uyanan kahramanımız (Murdoch) karanlık, soğuk ve mat bir şehirde dolaşıyor. Gördüğü, hissettiği her şey bir soru işareti onun için. Kim olduğunu, neden burada olduğunu bilmiyor. Geçmişi hakkında hiçbir şey hatırlamıyor. Bu zaten yeterince zorlayıcı bir durum. Bulunduğu yerde bilinmezliğe bilinmezlik katıyor. Son derece ürkütücü, bildik kuralların geçerli olmadığı, karanlık bir şehir. Her yer karanlık. Bunun üzerine insana benzerliği sahip oldukları uzuvlardan ibaret olan canlılar her yerde belirebiliyorlar, tüm şehri uykuya yatırabiliyorlar, havada süzülebiliyorlar ve kümesi bir saray, ara sokağı bir meydan yapabiliyorlar. Sonrada hiçbir şey yokmuş, her şey normalmiş gibi ortadan kayboluyorlar. Bunun üzerinin üzerine de bu tipler kahramanımızın peşine düşüyor. İşin içerisine polis tarafından aranmasını da katarsak pişmiş tavuk örneğine dönüyor kahramanımızın durumu. İşte Proyas kurduğu yapıyla, bize çok uzak olan o şehre ihanet etmiyor ve gerçekten çözülmesi mümkün görünmeyen bir durum yaratıyor. Her şey olabilir demiştik. Olabilecek her şey –en kötü şey- oluyor da. Bu kadar çözümsüzlüğü, bu derece karamsarlığı, bu kadar çok soru işaretini başka hangi tür birleştirip kabul edilebilecek bir mantıkla bezeyebilir ki?
İlerleyen dakikalarda kahramanımız tüm ürkekliğine ve çaresizliğine rağmen inancını yitirmiyor. Mücadelesini sürdürüyor. Öncelikle kendisi ile ilgili cevaplara ihtiyacı var. Ve bu cevapların Shell Beach’te olduğunu düşünüyor. Orayı bulduğundaysa kendisiyle ilgili değil sadece, ihtiyacı olan tüm soruların cevaplarıyla karşılaşıyor. O anda düşmanları tarafından yakalanıyor ve götürülüyor. Aslında yakalanması çokta gerekli değil. Çünkü gideceği hiçbir yerin olmadığı bu noktada ortaya çıkıyor. Yani bıraksanız, muhtemelen geldiği yere geri dönecek, çünkü kaçtığı şeylerle yüzleşmek isteyecek. (yada zorunda kalacak, er yada geç)
Filmin az rastlanır bir yapım tasarımı var. Şehrin o karanlık, ürkütücü dokusu, büyük binalar, tekinsiz cadde ve sokaklar akıllara kazınacak kadar iyi. İşte bu derece uzak bir şehri böylesine özenle inşa etmek her yönüyle çok önemli bir tercih. Yapım tasarımı, sanat yönetimi her film için önemlidir mutlaka ama Karanlık Şehir’deki önemi çok daha fazla.
İnsanların kılık kıyafeti ve Conelly’nin şarkı söylediği mekan müzikleri ile birlikte bizi kara filmin revaçta olduğu 1950’lere götürüyor. Ayrıca görüntü yönetimi, kostüm tasarımları da bunu destekliyor. Proyas’ın kamerası bize unutulmaz kareler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda tanık olduklarımıza olan bakış açımızı da yönlendiriyor. Tam bir özdeşleşme sinemasından bahis etmek mümkün değil. Evet, kahramanımızın gözüyle olanları izliyor, o ne öğreniyorsa bizde onunla birlikte öğreniyoruz, sorunları çözmesini arzuluyoruz ancak onun içerisinde bulunduğu durum belirttiğimiz gibi bize çok uzak. Onu anlamamız ve ona yardımcı olmaya çalışmamız pek mümkün değil. (hani kahraman bir sorunla karşılaşır da, ben olsaydım şöyle yapardım, ona güvenme gözüm tutmadı falan deriz ya. İşte burada o imkansız) Bu yapı hikayeyi sürekli bizden önde tutuyor. Yaptığı her şeyi, gösterdiği davranışları kabullenmekten başka bir seçeneğimiz yok. BU filmi çözemeye çalışırken kesinlikle bir kılavuz lazım ama kılavuz bu derece çaresiz olunca bizde onunla birlikte çıkmazlara çarpıp duruyoruz.
Hikayenin atmosferi, atmosferin de hikayeyi bu derece beslediği bir film bulmak çok zor. Çünkü ikisi de uçlarda seyrediyor. Bu görsellik ve içerik ilişkisi bile Dark City’i bir başyapıt yatmaya yetecek kadar önemli.
Bireyin dönüşümü ve aydınlanma dedik, bu doğru. Ama filmin, mevcut kuşatılmışlığı farklı bir kaynaktan sağlamış olmasıysa, farklı yorumlara, okumalara fırsat veriyor. Örneğin, Murdoch’ın Shell Beach’i inşa ettikten sonra kapıdan çıkmadan önce onlardan biriyle konuştuğu anda söyledikleri birçok şeyi özetler nitelikte. “Aradığınızı burada bulamazsınız, yanlış yerde arıyorsunuz” diyor başını işaret ve hafızasını yada beynini kast ederek. Ama herhangi bir yeri işaret ederek burada bulursunuz demiyor. Örneğin duyguları kast ederek kalbini. (En azından ben bunu beklemiştim) Çünkü bu mesaj birçok filmde vardır. İnsanı insan yapan şeyin aklından ve mantığından öte, duyguları olduğu fikri ve iddiası bilinen bir temadır. Ancak bu olmuyor. Çünkü filmin iddiası biraz şaşırtıcı bir şekilde bu değil. Filmde dostluk, aşk pek işlenmiyor, önemsenmiyor.
Başta Murdoch bekleneceği gibi karısına uzak davranıyor. Sewell’ın soğuk oyunculuğu da bu mesafe hissini destekliyor. Bunu içerisinde bulunduğu belirsiz duruma ve onu hatırlamamasına mal edebiliriz. Ancak hatırladıklarının yalan, geçmişlerinin sahte olduğunu fark ettikten, karısı onu çok sevdiğini ve böyle birşeyin sahte olamayacağını düşündüğünü söyledikten sonra durum değişiyor. Artık oda karısına yaklaşmak istiyor. Belki ondan manevi bir yardım/destek istiyor. Çünkü Murdoch çok yalnız ve buna ihtiyacı var. Ancak buna bir türlü fırsat bulamıyor. Birşeyler (hikaye) sürekli duygusal bir ilişki kurmalarını, birbirlerine yakınlaşmalarını engelliyor. Taa ki o pırıl pırıl güneşi hissederek karısının yanına yürüyene kadar. Burada ilk kez ikisini (iki yabancı olsalar da) kısmen yakın ve (u)mutlu görüyoruz. Burada çok haklı ve ikna edici bir kasıt olabilir. Şöyle ki;
Biliriz ki birçok filmde kahramanlar en zor, hayatlarının tehlikede olduğu anlarda birbirlerine aşık olup sevişmeye falan kalkarlar. Genel izleyici kitlesinin bu tip gelişmeleri beklediği göz önüne alınabilir tabii ancak bunlar, insanın zor anında ihtiyacı olan, onu destekleyecek olan şeyin duygular olduğu iddiası olarak algılanır. Karateci Kit dayağı yer, kız arkadaşı ona salya-sümük bir bakış atar yada hocası karizma bir duruş gösterir, dostumuz kendine gelir falan. Her açıdan sırılsıklam klişe evet, ama bunun gerçekliği yadsınamaz. Sevdiğimiz insanların varlığı ve yakınlığı bizi her zaman güçlendirir. İşte bu açıdan film bambaşka bir noktada duruyor. Bu duygu destekçiliğini ret ediyor ve ısrarla insanın yapması gerekeni gerçekleştirmesi için duygusallığın, duyguların vereceği desteğe değil inançlarına ihtiyacı olduğunu iddia ediyor. Hatta doktorun bunu açıkça dile getirdiğini bile görüyoruz. Geçmişinde karısıyla yakınlaştığı bir anı düşünen, hatırlamak isteyen Murdoch’a “Duygusallığa zaman yok” diyor. İnsanın zor anlarında duygusallık üzerine bir şeyler yaşamasını yada yaşamak istemesini gereksiz hatta belki de saçma buluyor. Ne zaman sorun çözülüyor, o zaman Murdoch karısına gerçek bir ilgi ve sevgiyle yaklaşabiliyor.
Film, bütün bu üstünlüklerine rağmen tam bir başyapıt olamamasının çok net bir sebebi var. Bunun sebebiyse yönetmenin izleyicisi ile nasıl bir bağ kuracağına, nasıl bir mesafe yaratacağına karar verememiş olması.
Filmin girişindeki doktora ait olan o dış ses son derece anlamsız ve gereksiz. Olayların meydana geldiği şehri uzaylıların ele geçirmiş olduğunu en başından bildiriyor ve anlam veremediğimiz birçok şeye bir açıklama getirerek filmin etkileyiciliğini törpülemiş oluyor. (Bu yüzden “gizemli” değil, “karanlık” daha uygun) Çünkü filmin, başlangıcından itibaren peşinde koştuğu amaç tekinsizlik, yabancı ve güvensiz bir ortam yaratmak. Buna ek olarak yabacıların amaçlarını söylemesi, yeteneklerini, durumlarını, amaçlarını belirtmesi bir ölçüde olsa hikaye üzerine azda olsa hakimiyet kurmamızı sağlıyor. Aslında bunların hepsi beklenmeyecek, tahmin edilemeyecek ve filmin en büyük sürprizi olabilecek şeyler. Yegâne sürprizi olaraksa, şehrin dünyada değil uzay boşluğunda oluşunu sunuyor. Bilinmez, daha önce şahit olunmamış bir ortam yaratıyor ancak o ortamın sırlarını, kaynağını açık ediyor. Bundan dolayı bir şeylerin garip olmasını en iyimser ifadeyle eh… kabul edilir karşılıyoruz. Bilindiği gibi etkileyiciliğin düzeyi, beklenilenle sunulanın arasındaki uçurumun derinliğiyle doğru orantılıdır. Ve bu uçurumu çok daha derinlere çekebilecekken tersi bir tutum izliyor. Bu tercih ne yazık ki filmi görmezden gelinemeyecek kadar yaralıyor.
Karanlık Şehrin uzaylıları da aslında başlı başına üzerine yazılabilecek özellikteler. Size biraz zorlama bir fikir gibi görünecek mi bilmiyorum ama sanki binlerce yıl önce bizim biri insanlarmış ta, kendi medeniyetlerini ileriye götürmek için güvendikleri kaynakların kendilerini ak pak yapıp, siyahlar giymelerine sebep olmuşlar gibi. Salt bilim ve teknoloji. Teknolojik olarak çok gelişmiş olduklarını anlamak zor değil, Proyas’ın bu çılgın fikirlerine zemin oluşturacak şehri inşa edebilmişler. Bay El, Bay Kitap, Bay Duvar gibi, bir amaca hizmet etmekten başka bir varlık sebepleri olmayan tipler. Bilim ve teknoloji dünyasında/yaşamında, materyalist, gerçekçi, her şeyin açıklanabileceğinin ve araştırmayla/çalışmayla elde edilebileceğinin düşünüldüğü bu dünyada herkesin bir görevi vardır. Bu görevler birleşip tek bir bilinç (sistem) oluşturur ve gelişimi mümkün kılarlar. Ama es geçilen şey, tüm aydınlanma filmlerinin özenle önemini vurguladığı şeydir: duygular ve duygulardan doğan istemler. Zaten bu uzaylı kardeşler, insanı insan yapan şeyin ne olduğunu anlamaya, kişiliğin/ruhun ne olduğunu keşfetmeye çalışıyorlar ve Murdock’a göre yanlış yerlerde geziniyorlar. Çünkü bizi biz yapan şey kişiliğimizi içeren ruhumuzdan ve bunu biçimlendiren hatıralarımızın toplamından çok duygularımız.
Evet, üzerine yazılabilecek birçok şey var ama (doktor karakteri, filmin polisiye tarafı, anıların imal edilişi, Murdock ve eşinin ilişkisi, filmin var olmayan ve sanırım olmayacak devamını görmeyi neden bu kadar istediğim!) daha fazla uzatmayayım, dördüncü sayfaya taşmayayım (tahoma, 12 punto J ). Genel olarak Karanlık Şehir; uçlarda gezinen, bu uç’luğun altını bilimkurgunun imkânlarından verimli biçimde fayda sağlayarak doldurabilen, enfes sanat yönetimi ve görselliğiyle çok keyifli bir seyir sunan, benzerine zor rastlanır bir film. Ancak türden hoşlanmayanlar kayıtsız kalabilir.
İyi seyirler….
İşte Karanlık Şehrin bireyinin yaşadığı aydınlanmanın büyük bir farkı vardır. Murdock’ın, kendisini kazanmak için yapması gereken şey sadece maruz kaldığı kuşatmayı fark etmek ve nefret edilesi karısının baskısından (Truman Show, Amerikan Güzeli), konforuna alıştığı lüks yaşantısından (Dövüş Kulübü) hatta ve hatta yaşadığı dünyadan (The Matrix) kurtulmak değil, tüm bunlara ek olarak hiçbir yardım beklemeden ölesiye korkutucu karanlığın içerisine girmek ve ayakta kalabilmeyi umacak kadar cesur olabilmektir. Mutlaka böylesine bir değişim ve aydınlanma yaşamak, farklı bir türde “aydınlanma filmi” yapmak anlamına gelir: bilimkurgu. İnsanın bilmediği bir dünyada aydınlanmak zorunda kalması, bildiği dünyada aydınlanmasında mutlaka daha zordur.
Tabi mutlaka olayların bilinmeyen bir evrende geçiyor olması, belirttiğim odaktan bir ölçüde olsa uzaklaşılması anlamına geliyor ama yine de karakterin tek çabası, geçmişini ve kendini, kim olduğunu bulmaktan ibaret olduğu için bu gerçek değişmiyor. Sadece film üzerine irdelenecek ayrıntılar biraz farklılık gösteriyor.
Yani…. Proyas, Dark City’de tema olarak, birçok filmle benzer şeyler üzerinde duruyorsa da, çok daha güçlü ve açık bir şekilde ifade edebiliyor bunları. Nasıl? Bilim-kurgunun olanaklarını çok iyi kullanarak. Dönemimizin popüler türünün işlediği konular olan (ve ilginçtir ki popülerlik çoğu zaman sisteme hizmet eden bir şeydir ama bu alttür, sisteme karşı olduğu halde popülerdir) insanın kendisini bulması, kim ve ne olduğu konusundaki şüphelerini yenmesi, her ne pahasına olursa olsun gerçeği öğrenme dürtüsü, bunun ötesinde gerçeği kabullenme, sahte gerçeklik, insanın kaderini kendisinin belirlemesi, öylesine karmaşık ama inandırıcı -ikna edici- bir ortama taşınıyor ki olacakları baştan kabullenme pozisyonunda kalıyoruz. Kurulan atmosferle, o ürkütücü tekinsiz karanlık şehirle bildiğimiz, gördüğümüz yaşama ortamlarının çok ötesinde bir yer sergileniyor. Tıpkı kahramanımız gibi bizde öyle bir ortama tamamen yabancıyız. Onun gibi korkuyoruz. Orada her şey olabilir. Bu his bizi, daha hikayeyi izlemeye başlamadan filmin içerisine çekiyor ve anlatılacak her şeyi kabullenecek mod’a sokuyor.
Birkaç dakika önce, kim olduğunu bile hatırlamadan çırılçıplak uyanan kahramanımız (Murdoch) karanlık, soğuk ve mat bir şehirde dolaşıyor. Gördüğü, hissettiği her şey bir soru işareti onun için. Kim olduğunu, neden burada olduğunu bilmiyor. Geçmişi hakkında hiçbir şey hatırlamıyor. Bu zaten yeterince zorlayıcı bir durum. Bulunduğu yerde bilinmezliğe bilinmezlik katıyor. Son derece ürkütücü, bildik kuralların geçerli olmadığı, karanlık bir şehir. Her yer karanlık. Bunun üzerine insana benzerliği sahip oldukları uzuvlardan ibaret olan canlılar her yerde belirebiliyorlar, tüm şehri uykuya yatırabiliyorlar, havada süzülebiliyorlar ve kümesi bir saray, ara sokağı bir meydan yapabiliyorlar. Sonrada hiçbir şey yokmuş, her şey normalmiş gibi ortadan kayboluyorlar. Bunun üzerinin üzerine de bu tipler kahramanımızın peşine düşüyor. İşin içerisine polis tarafından aranmasını da katarsak pişmiş tavuk örneğine dönüyor kahramanımızın durumu. İşte Proyas kurduğu yapıyla, bize çok uzak olan o şehre ihanet etmiyor ve gerçekten çözülmesi mümkün görünmeyen bir durum yaratıyor. Her şey olabilir demiştik. Olabilecek her şey –en kötü şey- oluyor da. Bu kadar çözümsüzlüğü, bu derece karamsarlığı, bu kadar çok soru işaretini başka hangi tür birleştirip kabul edilebilecek bir mantıkla bezeyebilir ki?
İlerleyen dakikalarda kahramanımız tüm ürkekliğine ve çaresizliğine rağmen inancını yitirmiyor. Mücadelesini sürdürüyor. Öncelikle kendisi ile ilgili cevaplara ihtiyacı var. Ve bu cevapların Shell Beach’te olduğunu düşünüyor. Orayı bulduğundaysa kendisiyle ilgili değil sadece, ihtiyacı olan tüm soruların cevaplarıyla karşılaşıyor. O anda düşmanları tarafından yakalanıyor ve götürülüyor. Aslında yakalanması çokta gerekli değil. Çünkü gideceği hiçbir yerin olmadığı bu noktada ortaya çıkıyor. Yani bıraksanız, muhtemelen geldiği yere geri dönecek, çünkü kaçtığı şeylerle yüzleşmek isteyecek. (yada zorunda kalacak, er yada geç)
Filmin az rastlanır bir yapım tasarımı var. Şehrin o karanlık, ürkütücü dokusu, büyük binalar, tekinsiz cadde ve sokaklar akıllara kazınacak kadar iyi. İşte bu derece uzak bir şehri böylesine özenle inşa etmek her yönüyle çok önemli bir tercih. Yapım tasarımı, sanat yönetimi her film için önemlidir mutlaka ama Karanlık Şehir’deki önemi çok daha fazla.
İnsanların kılık kıyafeti ve Conelly’nin şarkı söylediği mekan müzikleri ile birlikte bizi kara filmin revaçta olduğu 1950’lere götürüyor. Ayrıca görüntü yönetimi, kostüm tasarımları da bunu destekliyor. Proyas’ın kamerası bize unutulmaz kareler sunmakla kalmıyor, aynı zamanda tanık olduklarımıza olan bakış açımızı da yönlendiriyor. Tam bir özdeşleşme sinemasından bahis etmek mümkün değil. Evet, kahramanımızın gözüyle olanları izliyor, o ne öğreniyorsa bizde onunla birlikte öğreniyoruz, sorunları çözmesini arzuluyoruz ancak onun içerisinde bulunduğu durum belirttiğimiz gibi bize çok uzak. Onu anlamamız ve ona yardımcı olmaya çalışmamız pek mümkün değil. (hani kahraman bir sorunla karşılaşır da, ben olsaydım şöyle yapardım, ona güvenme gözüm tutmadı falan deriz ya. İşte burada o imkansız) Bu yapı hikayeyi sürekli bizden önde tutuyor. Yaptığı her şeyi, gösterdiği davranışları kabullenmekten başka bir seçeneğimiz yok. BU filmi çözemeye çalışırken kesinlikle bir kılavuz lazım ama kılavuz bu derece çaresiz olunca bizde onunla birlikte çıkmazlara çarpıp duruyoruz.
Hikayenin atmosferi, atmosferin de hikayeyi bu derece beslediği bir film bulmak çok zor. Çünkü ikisi de uçlarda seyrediyor. Bu görsellik ve içerik ilişkisi bile Dark City’i bir başyapıt yatmaya yetecek kadar önemli.
Bireyin dönüşümü ve aydınlanma dedik, bu doğru. Ama filmin, mevcut kuşatılmışlığı farklı bir kaynaktan sağlamış olmasıysa, farklı yorumlara, okumalara fırsat veriyor. Örneğin, Murdoch’ın Shell Beach’i inşa ettikten sonra kapıdan çıkmadan önce onlardan biriyle konuştuğu anda söyledikleri birçok şeyi özetler nitelikte. “Aradığınızı burada bulamazsınız, yanlış yerde arıyorsunuz” diyor başını işaret ve hafızasını yada beynini kast ederek. Ama herhangi bir yeri işaret ederek burada bulursunuz demiyor. Örneğin duyguları kast ederek kalbini. (En azından ben bunu beklemiştim) Çünkü bu mesaj birçok filmde vardır. İnsanı insan yapan şeyin aklından ve mantığından öte, duyguları olduğu fikri ve iddiası bilinen bir temadır. Ancak bu olmuyor. Çünkü filmin iddiası biraz şaşırtıcı bir şekilde bu değil. Filmde dostluk, aşk pek işlenmiyor, önemsenmiyor.
Başta Murdoch bekleneceği gibi karısına uzak davranıyor. Sewell’ın soğuk oyunculuğu da bu mesafe hissini destekliyor. Bunu içerisinde bulunduğu belirsiz duruma ve onu hatırlamamasına mal edebiliriz. Ancak hatırladıklarının yalan, geçmişlerinin sahte olduğunu fark ettikten, karısı onu çok sevdiğini ve böyle birşeyin sahte olamayacağını düşündüğünü söyledikten sonra durum değişiyor. Artık oda karısına yaklaşmak istiyor. Belki ondan manevi bir yardım/destek istiyor. Çünkü Murdoch çok yalnız ve buna ihtiyacı var. Ancak buna bir türlü fırsat bulamıyor. Birşeyler (hikaye) sürekli duygusal bir ilişki kurmalarını, birbirlerine yakınlaşmalarını engelliyor. Taa ki o pırıl pırıl güneşi hissederek karısının yanına yürüyene kadar. Burada ilk kez ikisini (iki yabancı olsalar da) kısmen yakın ve (u)mutlu görüyoruz. Burada çok haklı ve ikna edici bir kasıt olabilir. Şöyle ki;
Biliriz ki birçok filmde kahramanlar en zor, hayatlarının tehlikede olduğu anlarda birbirlerine aşık olup sevişmeye falan kalkarlar. Genel izleyici kitlesinin bu tip gelişmeleri beklediği göz önüne alınabilir tabii ancak bunlar, insanın zor anında ihtiyacı olan, onu destekleyecek olan şeyin duygular olduğu iddiası olarak algılanır. Karateci Kit dayağı yer, kız arkadaşı ona salya-sümük bir bakış atar yada hocası karizma bir duruş gösterir, dostumuz kendine gelir falan. Her açıdan sırılsıklam klişe evet, ama bunun gerçekliği yadsınamaz. Sevdiğimiz insanların varlığı ve yakınlığı bizi her zaman güçlendirir. İşte bu açıdan film bambaşka bir noktada duruyor. Bu duygu destekçiliğini ret ediyor ve ısrarla insanın yapması gerekeni gerçekleştirmesi için duygusallığın, duyguların vereceği desteğe değil inançlarına ihtiyacı olduğunu iddia ediyor. Hatta doktorun bunu açıkça dile getirdiğini bile görüyoruz. Geçmişinde karısıyla yakınlaştığı bir anı düşünen, hatırlamak isteyen Murdoch’a “Duygusallığa zaman yok” diyor. İnsanın zor anlarında duygusallık üzerine bir şeyler yaşamasını yada yaşamak istemesini gereksiz hatta belki de saçma buluyor. Ne zaman sorun çözülüyor, o zaman Murdoch karısına gerçek bir ilgi ve sevgiyle yaklaşabiliyor.
Film, bütün bu üstünlüklerine rağmen tam bir başyapıt olamamasının çok net bir sebebi var. Bunun sebebiyse yönetmenin izleyicisi ile nasıl bir bağ kuracağına, nasıl bir mesafe yaratacağına karar verememiş olması.
Filmin girişindeki doktora ait olan o dış ses son derece anlamsız ve gereksiz. Olayların meydana geldiği şehri uzaylıların ele geçirmiş olduğunu en başından bildiriyor ve anlam veremediğimiz birçok şeye bir açıklama getirerek filmin etkileyiciliğini törpülemiş oluyor. (Bu yüzden “gizemli” değil, “karanlık” daha uygun) Çünkü filmin, başlangıcından itibaren peşinde koştuğu amaç tekinsizlik, yabancı ve güvensiz bir ortam yaratmak. Buna ek olarak yabacıların amaçlarını söylemesi, yeteneklerini, durumlarını, amaçlarını belirtmesi bir ölçüde olsa hikaye üzerine azda olsa hakimiyet kurmamızı sağlıyor. Aslında bunların hepsi beklenmeyecek, tahmin edilemeyecek ve filmin en büyük sürprizi olabilecek şeyler. Yegâne sürprizi olaraksa, şehrin dünyada değil uzay boşluğunda oluşunu sunuyor. Bilinmez, daha önce şahit olunmamış bir ortam yaratıyor ancak o ortamın sırlarını, kaynağını açık ediyor. Bundan dolayı bir şeylerin garip olmasını en iyimser ifadeyle eh… kabul edilir karşılıyoruz. Bilindiği gibi etkileyiciliğin düzeyi, beklenilenle sunulanın arasındaki uçurumun derinliğiyle doğru orantılıdır. Ve bu uçurumu çok daha derinlere çekebilecekken tersi bir tutum izliyor. Bu tercih ne yazık ki filmi görmezden gelinemeyecek kadar yaralıyor.
Karanlık Şehrin uzaylıları da aslında başlı başına üzerine yazılabilecek özellikteler. Size biraz zorlama bir fikir gibi görünecek mi bilmiyorum ama sanki binlerce yıl önce bizim biri insanlarmış ta, kendi medeniyetlerini ileriye götürmek için güvendikleri kaynakların kendilerini ak pak yapıp, siyahlar giymelerine sebep olmuşlar gibi. Salt bilim ve teknoloji. Teknolojik olarak çok gelişmiş olduklarını anlamak zor değil, Proyas’ın bu çılgın fikirlerine zemin oluşturacak şehri inşa edebilmişler. Bay El, Bay Kitap, Bay Duvar gibi, bir amaca hizmet etmekten başka bir varlık sebepleri olmayan tipler. Bilim ve teknoloji dünyasında/yaşamında, materyalist, gerçekçi, her şeyin açıklanabileceğinin ve araştırmayla/çalışmayla elde edilebileceğinin düşünüldüğü bu dünyada herkesin bir görevi vardır. Bu görevler birleşip tek bir bilinç (sistem) oluşturur ve gelişimi mümkün kılarlar. Ama es geçilen şey, tüm aydınlanma filmlerinin özenle önemini vurguladığı şeydir: duygular ve duygulardan doğan istemler. Zaten bu uzaylı kardeşler, insanı insan yapan şeyin ne olduğunu anlamaya, kişiliğin/ruhun ne olduğunu keşfetmeye çalışıyorlar ve Murdock’a göre yanlış yerlerde geziniyorlar. Çünkü bizi biz yapan şey kişiliğimizi içeren ruhumuzdan ve bunu biçimlendiren hatıralarımızın toplamından çok duygularımız.
Evet, üzerine yazılabilecek birçok şey var ama (doktor karakteri, filmin polisiye tarafı, anıların imal edilişi, Murdock ve eşinin ilişkisi, filmin var olmayan ve sanırım olmayacak devamını görmeyi neden bu kadar istediğim!) daha fazla uzatmayayım, dördüncü sayfaya taşmayayım (tahoma, 12 punto J ). Genel olarak Karanlık Şehir; uçlarda gezinen, bu uç’luğun altını bilimkurgunun imkânlarından verimli biçimde fayda sağlayarak doldurabilen, enfes sanat yönetimi ve görselliğiyle çok keyifli bir seyir sunan, benzerine zor rastlanır bir film. Ancak türden hoşlanmayanlar kayıtsız kalabilir.
İyi seyirler….
Stephen King ve Sinema
Edebiyatta korku denildiğinde ilk akla gelen isimlerinden olan Stephen King muhtemelen özgür irademle okuduğum ilk yazardır. Nedeni şimdi bana komik geliyor, hangisi olduğunu tam olarak hatırlamıyorum ama kitaplarının kapaklarından biri beni alıp içine çekmişti. (Hayvan Mezarlığı olabilir) Okuduğumda dünyam değişmişti çünkü hafızamdaki “korku külliyatı”, izlediğim filmlerden çok mahallemizin masalcı/eşek şakacı abi ve amcaların uyduruk hikayelerinden ibaret olduğu için Kızılderili mezarlığına gömülüp evine tekrar geri dönen kedi imgesi, kapaktaki o keskin gözlerin de yardımıyla hafızamda konforlu bir yer edinmekte zorlanmamıştı.
Ve şöyle bir durum vardı ki, aslında bilinmeyene duyulan korkunun baki’liğinin etkisiydi bu. Bu hikayeler, dünyanın teee öteki ucundan geldiklerini her an hissettirmekte zorluk çekmiyordu ki, bizim masalcı tayfanın yaklaşımından farklıydı ortaya çıkan his. Anlatıcıların tavrı, mahallenin salak çocuklarını korkutarak eğlenmekten çok uzaktı. Ciddiyet, kesif bir ölüm ve vahşet hissi, bambaşka mekanlar, bambaşka aileler, kendimce çözüm bulamayıp sonunu korka korka beklediğim ürkütücülükler. Ve tüm bunlar, insanın korku hissinin sadece izleme ve dinleme faaliyetleri sonucu harekete geçirilebileceğine inandığım o naif dönemlerimin ortasına düşmüş ama sonuna tekamül etmişti. The Shining’i okuduğum gecelerde, otelin bahçesinde bulunan süs ağaçlarının dev birer aslana dönüştüğünü zihnimde canlandırabilmiş olmam bu inancı tuzla buz etmiş, tarihe gömmüştü.
Şöyle kabaca bir saydım ki King’in 15-20 kadar kitabını okumuşum, yine 15-20 kadar da filmini izlemişim. Aslında şaşılacak derece verimli bir yazar olduğu düşünülürse kariyerinin küçük bir kısmına hakim sayılırım ama en bilinen ve King’i temsil ettiği düşünülen işlerini gördüm. Dilimize 50 kadar kitabının çevrildiğini bir yerlerden öğrenmiş, aklıma yazmışım ama bu rakamdan pekte emin değilim, zira omanları, hikaye ve kısa hikayeleri, direk senaryo olarak yazdıkları falan toplam 100’den fazla iş’i var. Tam rakamı bilen arkadaş varsa ve belirtirse hepimizi bilgilendirmiş olur. imdb.com’da, kariyerine bakılacak olunursa ne kadar üretken bir sanatçı olduğu görülür.
(Bu arada, bir noktayı belirtmem gerekli; yazarın genel çizgisi, hikayelerinin karakteristik özellikleri, ilgilendiği konular üzerinde duracağım tabii ki ama belirttiğim gibi King çok verimli bir yazar. Oldukça fazla kitabı ve haliyle ilgilenmiş olduğu konu, hikayelerinin beslenmiş olduğu kaynak var. Ben daha çok King denildiğinde akla gelen, en başarılı görülen işlerini dikkate alarak belirli tespitler yapmak durumundayım. Örneğin uzaylılarla ilgili hikayesi de mevcut (Dreamcatcher/Rüya Avcısı –filminin adı Düş Kapanı’ydı- ve Şeffaf gibi) ama ne King denildiğinde akla uzaylılar gelir, nede uzaylılar denildiğinde King)
Stephen King’in hikayelerine genel olarak baktığımızda birçok ortak noktaya rastlarız. Düzenini, mutluluğunu ve haliyle birlikteliğini kaybetmiş aileler, geçmişiyle hesabını kapatamamış ve bu yüzden sorunlu birer birey haline gelmiş karakterler ilk akla gelenlerdir. (King, eşi tarafından terkedilmiş bir annenin çocuğudur, babasız büyütülmüştür) Geriye dönüş içermeyen ya da dönülmese de en azından geçmişten uzun uzun bahsedilmeyen hikayesi pek yoktur. Çoğu King karakteri, birbirinden ayrı iki farklı hayat yaşar. Görünen yüzleri sıradanımsıdır. Ama gizlenen yüzler genelde bir korku romanına malzeme olabilecek kadar öfke, kin, nefret barındırlar. Çocuklar ve onların hayata bakışları da önemli ve sık rastlanan bir olgudur. Karakterlerin yaşadıkları çalkantı ve devinimler hemen her zaman öncelikle zihinlerinde vuku bulur, sonra dışarıya taşar ve bu taşmışlıktan etkilenenler o karaktere en yakın olan kişilerdir. Ve esas ürkütücü olan konu şudur ki, içindeki öfkeyi dışa vuran kişiler hemen her zaman kendilerini şaşılacak seviyede haklı görmektedirler. İkinci kişiliklerin ön kişiliği ezip geçerek ön plana çıkışında bu haklılık hissinin payı büyüktür.
Din’i etkiler, muhafazakar gelenek ve değerler çoğu zaman karakterleri etkiler ve kişiliklerinin oluşumunda önem taşır. Yine birçok öyküsü küçük kasabalarda geçtiği için King sık sık Amerikan taşra kültürünü de yerme fırsatı bulur. Ki kendisi Maine’lidir ve ciddi bir memleket aşığıdır. Birçok öyküsü bu eyalette geçer. Cinsellik ve daha çok kadın cinselliği, çocukluktan gençliğe ve yetişkinliğe geçiş stres ve baskısı da sık sık karşımıza çıkar. Erkeklerden kötü muamele görmüş ve eşsiz olarak çocuğunu büyütme zorluğuyla karşı karşıya kalmış kadınlar birçok öyküde mevcuttur. Doğaüstü güçlere sahip karakterler de kullanır zaman zaman ama bu doğaüstülük genellikle, karakterlerinin yaşamış oldukları manevi acıların biriktirdiği öfkenin yada sıkıntının meydana getirmiş olduğu potansiyel enerjinin dışa vurumu görevindedir.
Karakterlerini hemen her zaman halkın arasından seçer. Yani amansız polis yada ajanlara, terör örgütü liderlerine yada önemli mensuplarına, güçlü askerlere, vurduğunu indiren tetikçilere, devlet başkanlarına, sanayi patronlarına, önemli bilim adamlarına ve benzeri karakterlere pek rastlanmaz kitaplarında. İşte bu noktada yazarın hikayelerinin ortak zayıf noktası ortaya çıkar bence. Verilen mücadeleler şaşılacak derecede amansızdır ve son son son sınıra kadar ilerlemeyi başarır. King, halk arasındaki insanların böylesine bir mücadele yaratmaları durumunu, her zaman insanın yaşama dürtüsüne dayandırır ki insan ancak o durumda olağan üstü direnç ve dayanıklılık gösterebilir. Onun karakterleri iyi yada kötü olsunlar, sıradan insanlar olmalarına rağmen içlerinde Rambo’msu dayanıklılık, Rocky’imsi bir mücadelecilik barındırırlar. Acı, vahşet, öfke, ceza hep had safhadadır.
Ama yazar, belirttiğim sıradan insanların sıra dışı mücadelelere girişmeleri ve ötesinde bu doruklara dayanma metanetini göstermeleri tezatını gerçeğe uygun eylemlerle beslediği için inandırıcılık dışına taşan pek bir şey yoktur. Aksine bu durum gerilimi körükler. Fiziksel mücadeleleri, sıradan mekanlarda ve kişiler arasında meydana geldiği ve bir bakıma aslında “az”lık teşkil eden varlık gösterdikleri için ve King’te bu küçüğümsü eylemleri, tüm ayrıntısına kadar betimleme şansı bulur ve bunu sonuna kadar kullanır. Bu konuda çok başarılı olduğu için de okuyucuda bir meydan savaşı okuyormuş hissi doğar. The Shining’in sonları, belirttiklerime tamamen uyar örneğin. Aslında çok fazla, saatlerce süren olaylar olmaz ama meydana gelenler tüm ayrıntısına kadar özenle sergilenir. Küçük insanlar, küçük olaylar ama büyük mücadelelerdir onun yazdıkları.
Zaten bazı King roman ve filmlerinde kan ve şiddet mevcut olsa da –hem de şoke edici biçimde- aslında yazar, fiziksel şiddetten çok bunların manevi izlerine, yansımalarına, bıraktığı izlere odaklanır. Bir çocuk, babasından şiddet görmüşse bize şiddeti değil, izlerini gösterir.
Genel olarak, sinemaya en fazla öykü vermiş yazarlardan biri ve aslında kendisi de bir sinemacı olsa da (senaristlik, oyunculuk, yapımcılık hatta yönetmenlik bile yapmıştır) ben Stephen Kin’in, ancak özel şartlar altında ve durumlarda sinemaya uygun olduğunu düşünen bir okuyucusuyum. Açıklamak gerekirse;
King’in genel çizgisinde, genel korku filmleri çizgisi olarak değerlendirilebilecek hayaletler, eli baltalı/satırlı seri katiller, şeytanımsı/cinimsi varlıklar, vampir yada kurt adamlar gibi, görsel korkuya zemin hazırlayan klasik korku motifleri yoğun değil. Dediğim gibi kan ve şiddet mevcut olsa da hikayenin etkileyiciliğini aldığı kaynak bu değil. Onun karakterlerini (ve tabii ki bizi) korkutan şey, fiziksel korku ve acıdan çok zihinsel olan ızdırap ve korku. Zihinsel dediğimiz şeyi de, yani insanların düşüncelerinde meydana gelenleri ise resmetmek, kadraja sığdırmak kolay değil. Zaten birçok King romanı adı sanı pek duyulmamış, hatta çoğu zaman sinema için değil televizyon için yönetmenlik yapan isimlere emanet edilmiş. Ortaya çıkan filmler de haliyle yapıcılarının ait oldukları mecralar dahilinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Ki ara ara karşıma gelen eski sayılabilecek King korku uyarlamalarını izliyorum da gerçekten iyi yapımlar olmadıklarını fark ediyorum. Birinci sınıf yapımlar olarak çekilmiş korku filmlerinin birçoğu da romana tam olarak sadık olarak görülmemiştir çünkü sinemaya uygunluğu yapımcı ve yönetmenlerin şüphesiyle karşı karşıya kalmıştır. Örneğin King, sinema tarihin en iyi korkularından biri olarak görülen The Shining için negatif yaklaşımdadır. Okuyanlar ve izleyenler bilir, hikayenin sonu tamamen farklıdır (romanda otel kalorifer kazanının patlamasıyla havaya uçuyor) ve otel, kitapta, filmdeki haline göre çok daha canlıdır, ruh sahibidir.
Ve izninizle ayrıca belirterek yazıyı derleyen kişi olarak kendime bir parça torpil geçmek istiyorum, King’in en iyi uyarlamaları arasında Dolores Claiborne gibi aile dramı türü içerisinde duygu sömürüsü yapmayıp gerçekten izleyiciyi kıskıvrak yakalayan bir film vardır. Yine Apt Pupil da, çok az ve öz karakterle/olayla gerilimi üst seviyede tutmayı başaran, İkinci dünya savaşının günümüze etkileri ve hoşlandığım tabirle “bulaşmışlığı” üzerine etkileyici bir tablo sunan bir filmdir.
Çok önemli olarak görülemeyecek yönetmenlerin yanı sıra birinci sınıf birçok yönetmen de King’in hikayelerine ilgi duymuş. Hemen filmografisine bakıyorum. (Bu arada, fırsat bulmuşken belirteyim, bu yazıyı derlerken Sinema Dergisi’nin Mart 2000 tarihli sayısındaki Kutlukhan Kutlu’nun Stephen King üzerine derlemiş olduğu yazıdaki filmografiden (ve sık sık imdb.com’dan) yararlanıyorum ama yazının içeriğini dikkate almadığımı da belirtmek isterim) Carrie/Brian De Palma, The Shining/Stanley Kubrick, Creepshow ve The Dark Half/George A. Romero, Christine/John Carpenter, Dead Zone/David Cronenberg, Stand By Me ve Misery/Rob Reiner, Shawshank Redemption ve Green Mile/Frank Darabont, The Mangler/Tobe Hooper, Dolores Claiborne/Taylor Hackford, Apt Pupil/Bryan Singer. Bu belirttiklerim Green Mile’a kadar (zaten bu filmden bu yana gerçekten başarılı olarak görülen King uyarlaması yok gibi) önemli yönetmenlerce filme alınmış King uyarlamaları. Bu 13 filmin ancak 6 tanesi korku filmi olarak görülebilir. Carrie, Shining, Dark Half, Christine, Dead Zone, Mangler. Hatta bence Christine ve Dead Zone birer korku filmi değildir. Buna göre iyi ve önemli yönetmenlerce dikkate alınıp filme alınan King hikayeleri daha çok korku hikayeleri değildir. Bu da aslında King’in, bir korku yazarı olarak sinemaya uygunluğu bir ölçüde tartışılır olduğunu gösteriyor. Konuyu daha da daraltarak özetleyecek olursak en iyi 4 Stephen King filmi muhtemelen Shawshank, Green Mile, Shining ve Carrie olarak sıralanabilir. 2 korku, 2 dram. Ve şaşırtıcı biçimde korkular dışında hapishanelerde süregiden hikayeler.
Biraz daha ileri gitmeyi deneyip, King’ten uyarlanmış olan filmleri de dikkate alarak, King’ten uyarlanacak bir filmin iyi olabilmesi için gerekenleri belirlemeye çalışalım.
King’e ait bir korku filminin iyi olması için gereken ilk ve en büyük gereklilik, olağanüstü oyuncuktur. Belirttiğim gibi, karakterlerin soyut dünyalarında meydana gelen çalkantı ve gerilimleri filme almanın yolu, karakterlerin mükemmel sunulması gerekliliğidir. Yani zihninde fırtınalar kopan bir karakteri sunacak olan kişi, yönetmen istediği sinematografik yönteme başvursun yine de oyuncudur. Hemen bakalım, Sissy Spacek/Carrie, Jack Nicholson/The Shining, Kathy Bates/Misery, Christopher Walken/Dead Zone…. Spacek Oscar adaylığı, Bates Oscar almıştı. Nicholson’ın “Here’s Johnny!” çekimindeki yüzü zaten on Oscarlık takdir kazanmıştır. Walken, her ne kadar genel çizgisine uzak bir role soyunmuş olsa da Dead Zone’da gerçekten çok etkileyicidir. Bunların dışında Dolores’te Kathy Bates’in yüzüne yapılan yakın çekimlerin sayısı neredeyse uzak çekimler kadar çoktur ki bir yönetmen ancak oyuncusuna çok güveniyorsa buna cesaret edebilir. Shawshank ve Green Mile’daki oyuncuların hemen hepsi muhteşem oynamış ve Oscar adaylıkları almışlardır. (Morgan Freeman, Tim Robbins, Michael Clarke Duncan ve Tom Hanks) Apt Pupil’da Ian McCallen bence Oscar adaylığı aldığı Gandalf rolünden çok daha etkileyicidir. Karakteriyle inanılmaz derece bütünleşmiş, şaşılacak incelikte oynamış ve bu zor rolün altından kalkmıştır. Görüldüğü gibi iyi oyunculuk, King’in anlatmak istediklerini sırtlayan en önemli faktördür.
İkinci şart olarak senarist cüretkarlığını göstermem lazım. Yine aynı nedene bağlanarak. King, karakterlerin geçmişlerini, içlerinde meydana gelen çalkantıları, his ve düşüncelerini uzun uzun hatta birçok durumda sıkıcı olacak kadar uzun anlatan bir yazar. Yani öyle an gelir ki adam barda oturup içki içiyordur. 70 sayfa okursunuz hala o içki bitmemiştir. Bir çocuğun, annesinin sabah kalkıp kendisini yedirip okula göndermesi süresince düşündüklerini yine belki 50 sayfa anlatabilir. Ama buna karşılık şok edici bir rüya sekansını bir sayfaya sığdırır. Yani kitaplarında aslında ciddi bir ritim ritimsizliği vardır. Ama sinema, böylesine bir ritim özgürlüğünü kaldıracak bir mecra değildir elbette. İşte bu yüzden kitabı uyarlayacak senariste büyük iş düşmektedir. Zaten yine en iyi örneklere bakıldığında iş başında iyi senaristlerin olduğu görülür. Carrie’yi uyarlayan Lawrance D. Cohen 2 kez Edgar Allan Poe ödülüne aday gösterilmiş bir isimdir. Shining’i Kubrick bizzat senaryolaştırmıştır. Ölüm Bölgesini, İndiana Jones ve Lost Boys gibi filmlerin senaryosuna imza atmış Satürn ödüllü Jeffrey Boam uyarlamıştır. Darabont zaten yönettiği iki uyarlamanın senaryosunu kendisi yazmıştır. Misery’yi iki oscarlı William Goldsman yazmış ve bu işiyle Oscar adaylığı almıştır. Daha birçok örnek gördüm ama yazmaya gerekli görmüyorum, görüldüğü gibi King uyarlama fikrindeyseniz, senaryolaştırmayı kendisine bırakmamanızı salık veririz. …………… Bu arada, bildiğim birkaç örnekten yola çıkarak bunu söyledim ama şimdi tekrar bir baktım da King’in senaryolaştırdığı ve gerçekten iyi bir film olarak kabul edilmiş örnek olarak görebildiğim kadarıyla pek yok. Buna göre iyi King uyarlamalarında iyi senaristlerin payı büyük. Sinematografik güçleri bir yana şöyle ikinci bir sebep görüyorum ki, bu tanınmış, güçlü yazarlar uyarlamayı yaparken bir şeyleri değiştirme özgürlüğüne sahip isimler oluyorlar. Yani ilk işini almış bir senariste söz geçirmek kolaydır ama Tony Gilroy’a “o sekansı atma” diyemezsiniz.
Bu iki kriteri belirtince bir şeyi fark ettim ki sanki yönetmenlik önemsizmiş gibi bir tablo çıktı ortaya. Zaten oyunculuk ve senaristlik her film için önemlidir tabi ama King’ten uyarlanmış filmlerde bu ikisi tam olmayınca film batıyor gibi oluyor sanırım. Yani yönetmenlik kurtarıcı olamıyor. Daha sete çıkmadan bazı kararların verilmiş olması, hikayeye nasıl bir bakış tutturulacağının belirlenmesi ve ortaya çıkacak filmin vuruculuğunun hikayeden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekiyor sanki.
Bunlara ek olarak aslında belirtmeye çalıştığım gibi King’ten uyarlanmış bir şey izlerken illa korku beklememek, King’in üzerimize salacağı korkunun yine cümle ve paragraflarla gerçekleşecek türde olduğunu kabul etmek gerekiyor. İlk King uyarlamasından bu yana (1976/Carrie) 30 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen hala King uyarlamak belirli bir formüle, tarza, yaklaşıma sığmamış bir olgu olarak Hollywood’u zorluyor. Ama kayıtsız da kalınamıyor demek ki çünkü her zaman popüler olmuş, her zaman sevilmiş bir yazar kendisi.
Bir severi olarak, King’in sinema hayatı denildiğinde aklıma korkudan çok dram ve gerilim geliyor. Bir korku yazarı olarak tanınabilir ama bir gerilim ve dram sinemacısı o. Ki, “egzersiz amaçlı olarak her gün en az bilmemkaç kelime yazarım mutlaka” diyen yıllanmış bir çınar olarak sorunu belki de bu kadar üretken olma çabasında olmasıdır. Sinema için hak ettiği kadar iyi referans olmamasının kökeninde az sayıda iyi filminin olması değil çok sayıda kötü filminin olması yatıyor. Aksi takdirde, filmografisi yukarıda belirttiklerimizle sınırlı olmayı başarabilseydi rahatlıkla “sinema için mükemmel bir kaynak” yakıştırmasını yapabilirdik.
Saygılar, iyi seyirler.
Ve şöyle bir durum vardı ki, aslında bilinmeyene duyulan korkunun baki’liğinin etkisiydi bu. Bu hikayeler, dünyanın teee öteki ucundan geldiklerini her an hissettirmekte zorluk çekmiyordu ki, bizim masalcı tayfanın yaklaşımından farklıydı ortaya çıkan his. Anlatıcıların tavrı, mahallenin salak çocuklarını korkutarak eğlenmekten çok uzaktı. Ciddiyet, kesif bir ölüm ve vahşet hissi, bambaşka mekanlar, bambaşka aileler, kendimce çözüm bulamayıp sonunu korka korka beklediğim ürkütücülükler. Ve tüm bunlar, insanın korku hissinin sadece izleme ve dinleme faaliyetleri sonucu harekete geçirilebileceğine inandığım o naif dönemlerimin ortasına düşmüş ama sonuna tekamül etmişti. The Shining’i okuduğum gecelerde, otelin bahçesinde bulunan süs ağaçlarının dev birer aslana dönüştüğünü zihnimde canlandırabilmiş olmam bu inancı tuzla buz etmiş, tarihe gömmüştü.
Şöyle kabaca bir saydım ki King’in 15-20 kadar kitabını okumuşum, yine 15-20 kadar da filmini izlemişim. Aslında şaşılacak derece verimli bir yazar olduğu düşünülürse kariyerinin küçük bir kısmına hakim sayılırım ama en bilinen ve King’i temsil ettiği düşünülen işlerini gördüm. Dilimize 50 kadar kitabının çevrildiğini bir yerlerden öğrenmiş, aklıma yazmışım ama bu rakamdan pekte emin değilim, zira omanları, hikaye ve kısa hikayeleri, direk senaryo olarak yazdıkları falan toplam 100’den fazla iş’i var. Tam rakamı bilen arkadaş varsa ve belirtirse hepimizi bilgilendirmiş olur. imdb.com’da, kariyerine bakılacak olunursa ne kadar üretken bir sanatçı olduğu görülür.
(Bu arada, bir noktayı belirtmem gerekli; yazarın genel çizgisi, hikayelerinin karakteristik özellikleri, ilgilendiği konular üzerinde duracağım tabii ki ama belirttiğim gibi King çok verimli bir yazar. Oldukça fazla kitabı ve haliyle ilgilenmiş olduğu konu, hikayelerinin beslenmiş olduğu kaynak var. Ben daha çok King denildiğinde akla gelen, en başarılı görülen işlerini dikkate alarak belirli tespitler yapmak durumundayım. Örneğin uzaylılarla ilgili hikayesi de mevcut (Dreamcatcher/Rüya Avcısı –filminin adı Düş Kapanı’ydı- ve Şeffaf gibi) ama ne King denildiğinde akla uzaylılar gelir, nede uzaylılar denildiğinde King)
Stephen King’in hikayelerine genel olarak baktığımızda birçok ortak noktaya rastlarız. Düzenini, mutluluğunu ve haliyle birlikteliğini kaybetmiş aileler, geçmişiyle hesabını kapatamamış ve bu yüzden sorunlu birer birey haline gelmiş karakterler ilk akla gelenlerdir. (King, eşi tarafından terkedilmiş bir annenin çocuğudur, babasız büyütülmüştür) Geriye dönüş içermeyen ya da dönülmese de en azından geçmişten uzun uzun bahsedilmeyen hikayesi pek yoktur. Çoğu King karakteri, birbirinden ayrı iki farklı hayat yaşar. Görünen yüzleri sıradanımsıdır. Ama gizlenen yüzler genelde bir korku romanına malzeme olabilecek kadar öfke, kin, nefret barındırlar. Çocuklar ve onların hayata bakışları da önemli ve sık rastlanan bir olgudur. Karakterlerin yaşadıkları çalkantı ve devinimler hemen her zaman öncelikle zihinlerinde vuku bulur, sonra dışarıya taşar ve bu taşmışlıktan etkilenenler o karaktere en yakın olan kişilerdir. Ve esas ürkütücü olan konu şudur ki, içindeki öfkeyi dışa vuran kişiler hemen her zaman kendilerini şaşılacak seviyede haklı görmektedirler. İkinci kişiliklerin ön kişiliği ezip geçerek ön plana çıkışında bu haklılık hissinin payı büyüktür.
Din’i etkiler, muhafazakar gelenek ve değerler çoğu zaman karakterleri etkiler ve kişiliklerinin oluşumunda önem taşır. Yine birçok öyküsü küçük kasabalarda geçtiği için King sık sık Amerikan taşra kültürünü de yerme fırsatı bulur. Ki kendisi Maine’lidir ve ciddi bir memleket aşığıdır. Birçok öyküsü bu eyalette geçer. Cinsellik ve daha çok kadın cinselliği, çocukluktan gençliğe ve yetişkinliğe geçiş stres ve baskısı da sık sık karşımıza çıkar. Erkeklerden kötü muamele görmüş ve eşsiz olarak çocuğunu büyütme zorluğuyla karşı karşıya kalmış kadınlar birçok öyküde mevcuttur. Doğaüstü güçlere sahip karakterler de kullanır zaman zaman ama bu doğaüstülük genellikle, karakterlerinin yaşamış oldukları manevi acıların biriktirdiği öfkenin yada sıkıntının meydana getirmiş olduğu potansiyel enerjinin dışa vurumu görevindedir.
Karakterlerini hemen her zaman halkın arasından seçer. Yani amansız polis yada ajanlara, terör örgütü liderlerine yada önemli mensuplarına, güçlü askerlere, vurduğunu indiren tetikçilere, devlet başkanlarına, sanayi patronlarına, önemli bilim adamlarına ve benzeri karakterlere pek rastlanmaz kitaplarında. İşte bu noktada yazarın hikayelerinin ortak zayıf noktası ortaya çıkar bence. Verilen mücadeleler şaşılacak derecede amansızdır ve son son son sınıra kadar ilerlemeyi başarır. King, halk arasındaki insanların böylesine bir mücadele yaratmaları durumunu, her zaman insanın yaşama dürtüsüne dayandırır ki insan ancak o durumda olağan üstü direnç ve dayanıklılık gösterebilir. Onun karakterleri iyi yada kötü olsunlar, sıradan insanlar olmalarına rağmen içlerinde Rambo’msu dayanıklılık, Rocky’imsi bir mücadelecilik barındırırlar. Acı, vahşet, öfke, ceza hep had safhadadır.
Ama yazar, belirttiğim sıradan insanların sıra dışı mücadelelere girişmeleri ve ötesinde bu doruklara dayanma metanetini göstermeleri tezatını gerçeğe uygun eylemlerle beslediği için inandırıcılık dışına taşan pek bir şey yoktur. Aksine bu durum gerilimi körükler. Fiziksel mücadeleleri, sıradan mekanlarda ve kişiler arasında meydana geldiği ve bir bakıma aslında “az”lık teşkil eden varlık gösterdikleri için ve King’te bu küçüğümsü eylemleri, tüm ayrıntısına kadar betimleme şansı bulur ve bunu sonuna kadar kullanır. Bu konuda çok başarılı olduğu için de okuyucuda bir meydan savaşı okuyormuş hissi doğar. The Shining’in sonları, belirttiklerime tamamen uyar örneğin. Aslında çok fazla, saatlerce süren olaylar olmaz ama meydana gelenler tüm ayrıntısına kadar özenle sergilenir. Küçük insanlar, küçük olaylar ama büyük mücadelelerdir onun yazdıkları.
Zaten bazı King roman ve filmlerinde kan ve şiddet mevcut olsa da –hem de şoke edici biçimde- aslında yazar, fiziksel şiddetten çok bunların manevi izlerine, yansımalarına, bıraktığı izlere odaklanır. Bir çocuk, babasından şiddet görmüşse bize şiddeti değil, izlerini gösterir.
Genel olarak, sinemaya en fazla öykü vermiş yazarlardan biri ve aslında kendisi de bir sinemacı olsa da (senaristlik, oyunculuk, yapımcılık hatta yönetmenlik bile yapmıştır) ben Stephen Kin’in, ancak özel şartlar altında ve durumlarda sinemaya uygun olduğunu düşünen bir okuyucusuyum. Açıklamak gerekirse;
King’in genel çizgisinde, genel korku filmleri çizgisi olarak değerlendirilebilecek hayaletler, eli baltalı/satırlı seri katiller, şeytanımsı/cinimsi varlıklar, vampir yada kurt adamlar gibi, görsel korkuya zemin hazırlayan klasik korku motifleri yoğun değil. Dediğim gibi kan ve şiddet mevcut olsa da hikayenin etkileyiciliğini aldığı kaynak bu değil. Onun karakterlerini (ve tabii ki bizi) korkutan şey, fiziksel korku ve acıdan çok zihinsel olan ızdırap ve korku. Zihinsel dediğimiz şeyi de, yani insanların düşüncelerinde meydana gelenleri ise resmetmek, kadraja sığdırmak kolay değil. Zaten birçok King romanı adı sanı pek duyulmamış, hatta çoğu zaman sinema için değil televizyon için yönetmenlik yapan isimlere emanet edilmiş. Ortaya çıkan filmler de haliyle yapıcılarının ait oldukları mecralar dahilinde değerlendirilmeyi hak ediyor. Ki ara ara karşıma gelen eski sayılabilecek King korku uyarlamalarını izliyorum da gerçekten iyi yapımlar olmadıklarını fark ediyorum. Birinci sınıf yapımlar olarak çekilmiş korku filmlerinin birçoğu da romana tam olarak sadık olarak görülmemiştir çünkü sinemaya uygunluğu yapımcı ve yönetmenlerin şüphesiyle karşı karşıya kalmıştır. Örneğin King, sinema tarihin en iyi korkularından biri olarak görülen The Shining için negatif yaklaşımdadır. Okuyanlar ve izleyenler bilir, hikayenin sonu tamamen farklıdır (romanda otel kalorifer kazanının patlamasıyla havaya uçuyor) ve otel, kitapta, filmdeki haline göre çok daha canlıdır, ruh sahibidir.
Ve izninizle ayrıca belirterek yazıyı derleyen kişi olarak kendime bir parça torpil geçmek istiyorum, King’in en iyi uyarlamaları arasında Dolores Claiborne gibi aile dramı türü içerisinde duygu sömürüsü yapmayıp gerçekten izleyiciyi kıskıvrak yakalayan bir film vardır. Yine Apt Pupil da, çok az ve öz karakterle/olayla gerilimi üst seviyede tutmayı başaran, İkinci dünya savaşının günümüze etkileri ve hoşlandığım tabirle “bulaşmışlığı” üzerine etkileyici bir tablo sunan bir filmdir.
Çok önemli olarak görülemeyecek yönetmenlerin yanı sıra birinci sınıf birçok yönetmen de King’in hikayelerine ilgi duymuş. Hemen filmografisine bakıyorum. (Bu arada, fırsat bulmuşken belirteyim, bu yazıyı derlerken Sinema Dergisi’nin Mart 2000 tarihli sayısındaki Kutlukhan Kutlu’nun Stephen King üzerine derlemiş olduğu yazıdaki filmografiden (ve sık sık imdb.com’dan) yararlanıyorum ama yazının içeriğini dikkate almadığımı da belirtmek isterim) Carrie/Brian De Palma, The Shining/Stanley Kubrick, Creepshow ve The Dark Half/George A. Romero, Christine/John Carpenter, Dead Zone/David Cronenberg, Stand By Me ve Misery/Rob Reiner, Shawshank Redemption ve Green Mile/Frank Darabont, The Mangler/Tobe Hooper, Dolores Claiborne/Taylor Hackford, Apt Pupil/Bryan Singer. Bu belirttiklerim Green Mile’a kadar (zaten bu filmden bu yana gerçekten başarılı olarak görülen King uyarlaması yok gibi) önemli yönetmenlerce filme alınmış King uyarlamaları. Bu 13 filmin ancak 6 tanesi korku filmi olarak görülebilir. Carrie, Shining, Dark Half, Christine, Dead Zone, Mangler. Hatta bence Christine ve Dead Zone birer korku filmi değildir. Buna göre iyi ve önemli yönetmenlerce dikkate alınıp filme alınan King hikayeleri daha çok korku hikayeleri değildir. Bu da aslında King’in, bir korku yazarı olarak sinemaya uygunluğu bir ölçüde tartışılır olduğunu gösteriyor. Konuyu daha da daraltarak özetleyecek olursak en iyi 4 Stephen King filmi muhtemelen Shawshank, Green Mile, Shining ve Carrie olarak sıralanabilir. 2 korku, 2 dram. Ve şaşırtıcı biçimde korkular dışında hapishanelerde süregiden hikayeler.
Biraz daha ileri gitmeyi deneyip, King’ten uyarlanmış olan filmleri de dikkate alarak, King’ten uyarlanacak bir filmin iyi olabilmesi için gerekenleri belirlemeye çalışalım.
King’e ait bir korku filminin iyi olması için gereken ilk ve en büyük gereklilik, olağanüstü oyuncuktur. Belirttiğim gibi, karakterlerin soyut dünyalarında meydana gelen çalkantı ve gerilimleri filme almanın yolu, karakterlerin mükemmel sunulması gerekliliğidir. Yani zihninde fırtınalar kopan bir karakteri sunacak olan kişi, yönetmen istediği sinematografik yönteme başvursun yine de oyuncudur. Hemen bakalım, Sissy Spacek/Carrie, Jack Nicholson/The Shining, Kathy Bates/Misery, Christopher Walken/Dead Zone…. Spacek Oscar adaylığı, Bates Oscar almıştı. Nicholson’ın “Here’s Johnny!” çekimindeki yüzü zaten on Oscarlık takdir kazanmıştır. Walken, her ne kadar genel çizgisine uzak bir role soyunmuş olsa da Dead Zone’da gerçekten çok etkileyicidir. Bunların dışında Dolores’te Kathy Bates’in yüzüne yapılan yakın çekimlerin sayısı neredeyse uzak çekimler kadar çoktur ki bir yönetmen ancak oyuncusuna çok güveniyorsa buna cesaret edebilir. Shawshank ve Green Mile’daki oyuncuların hemen hepsi muhteşem oynamış ve Oscar adaylıkları almışlardır. (Morgan Freeman, Tim Robbins, Michael Clarke Duncan ve Tom Hanks) Apt Pupil’da Ian McCallen bence Oscar adaylığı aldığı Gandalf rolünden çok daha etkileyicidir. Karakteriyle inanılmaz derece bütünleşmiş, şaşılacak incelikte oynamış ve bu zor rolün altından kalkmıştır. Görüldüğü gibi iyi oyunculuk, King’in anlatmak istediklerini sırtlayan en önemli faktördür.
İkinci şart olarak senarist cüretkarlığını göstermem lazım. Yine aynı nedene bağlanarak. King, karakterlerin geçmişlerini, içlerinde meydana gelen çalkantıları, his ve düşüncelerini uzun uzun hatta birçok durumda sıkıcı olacak kadar uzun anlatan bir yazar. Yani öyle an gelir ki adam barda oturup içki içiyordur. 70 sayfa okursunuz hala o içki bitmemiştir. Bir çocuğun, annesinin sabah kalkıp kendisini yedirip okula göndermesi süresince düşündüklerini yine belki 50 sayfa anlatabilir. Ama buna karşılık şok edici bir rüya sekansını bir sayfaya sığdırır. Yani kitaplarında aslında ciddi bir ritim ritimsizliği vardır. Ama sinema, böylesine bir ritim özgürlüğünü kaldıracak bir mecra değildir elbette. İşte bu yüzden kitabı uyarlayacak senariste büyük iş düşmektedir. Zaten yine en iyi örneklere bakıldığında iş başında iyi senaristlerin olduğu görülür. Carrie’yi uyarlayan Lawrance D. Cohen 2 kez Edgar Allan Poe ödülüne aday gösterilmiş bir isimdir. Shining’i Kubrick bizzat senaryolaştırmıştır. Ölüm Bölgesini, İndiana Jones ve Lost Boys gibi filmlerin senaryosuna imza atmış Satürn ödüllü Jeffrey Boam uyarlamıştır. Darabont zaten yönettiği iki uyarlamanın senaryosunu kendisi yazmıştır. Misery’yi iki oscarlı William Goldsman yazmış ve bu işiyle Oscar adaylığı almıştır. Daha birçok örnek gördüm ama yazmaya gerekli görmüyorum, görüldüğü gibi King uyarlama fikrindeyseniz, senaryolaştırmayı kendisine bırakmamanızı salık veririz. …………… Bu arada, bildiğim birkaç örnekten yola çıkarak bunu söyledim ama şimdi tekrar bir baktım da King’in senaryolaştırdığı ve gerçekten iyi bir film olarak kabul edilmiş örnek olarak görebildiğim kadarıyla pek yok. Buna göre iyi King uyarlamalarında iyi senaristlerin payı büyük. Sinematografik güçleri bir yana şöyle ikinci bir sebep görüyorum ki, bu tanınmış, güçlü yazarlar uyarlamayı yaparken bir şeyleri değiştirme özgürlüğüne sahip isimler oluyorlar. Yani ilk işini almış bir senariste söz geçirmek kolaydır ama Tony Gilroy’a “o sekansı atma” diyemezsiniz.
Bu iki kriteri belirtince bir şeyi fark ettim ki sanki yönetmenlik önemsizmiş gibi bir tablo çıktı ortaya. Zaten oyunculuk ve senaristlik her film için önemlidir tabi ama King’ten uyarlanmış filmlerde bu ikisi tam olmayınca film batıyor gibi oluyor sanırım. Yani yönetmenlik kurtarıcı olamıyor. Daha sete çıkmadan bazı kararların verilmiş olması, hikayeye nasıl bir bakış tutturulacağının belirlenmesi ve ortaya çıkacak filmin vuruculuğunun hikayeden bağımsız olarak değerlendirilmesi gerekiyor sanki.
Bunlara ek olarak aslında belirtmeye çalıştığım gibi King’ten uyarlanmış bir şey izlerken illa korku beklememek, King’in üzerimize salacağı korkunun yine cümle ve paragraflarla gerçekleşecek türde olduğunu kabul etmek gerekiyor. İlk King uyarlamasından bu yana (1976/Carrie) 30 yılı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen hala King uyarlamak belirli bir formüle, tarza, yaklaşıma sığmamış bir olgu olarak Hollywood’u zorluyor. Ama kayıtsız da kalınamıyor demek ki çünkü her zaman popüler olmuş, her zaman sevilmiş bir yazar kendisi.
Bir severi olarak, King’in sinema hayatı denildiğinde aklıma korkudan çok dram ve gerilim geliyor. Bir korku yazarı olarak tanınabilir ama bir gerilim ve dram sinemacısı o. Ki, “egzersiz amaçlı olarak her gün en az bilmemkaç kelime yazarım mutlaka” diyen yıllanmış bir çınar olarak sorunu belki de bu kadar üretken olma çabasında olmasıdır. Sinema için hak ettiği kadar iyi referans olmamasının kökeninde az sayıda iyi filminin olması değil çok sayıda kötü filminin olması yatıyor. Aksi takdirde, filmografisi yukarıda belirttiklerimizle sınırlı olmayı başarabilseydi rahatlıkla “sinema için mükemmel bir kaynak” yakıştırmasını yapabilirdik.
Saygılar, iyi seyirler.
Batman Begins üzerine....
Her ne kadar Batman Başlıyor, iyi yazılmış, iyi yönetilmiş, iyi oynanmış, iyi kurgulanmış bir film gibi görünse de, belirttiğimiz –ya da belirtmediğimiz- bu “iyi”likler, bir batman uyarlamasını, batmanseverler gözünde iyi bir film yapmaya yetmeyebilir. Batman Başlıyor, bildiğimiz, her yıl birkaç iyi örneğini gördüğümüz, orta yada yüksek bütçeli, bir karakter dramı tarafı da olan, ortalamanın üzerinde teknik işçiliğe sahip aksiyonlardan pekte farklı bir film değil. Birçok sinemaseverin bu uyarlamayı sevmesi, başarılı bulması gayet normal. Tıpkı, genel sinema seyircisine kılavuzluk etme görevini üstlenmiş birçok eleştirmenin fikri gibi. Çünkü bu film, birçok başarılı benzeri gibi, günümüz sinema zanaatının içerdiklerini, günümüz sinema teknolojisinin olanaklarını gayet verimlice kullanan, eli yüzü düzgün bir film. Çoğu zaman bu cümle, karşımızdaki filmi başarılı bulmamıza, sevmemize yeterli olur. Ancak Batman yada yine benzerleri gibi bir uyarlama olan hatta belirteceğim açılardan benzerlik gösteren örnekler olarak yeniden çevrim, devam filmi gibi, göbekten başka bir şeylere bağlı bir film olarak ise olamaz.
Batman Başlıyor, çok zor bir proje. Hem bir yazar, hem de bir yönetmen için. Hani, teklif edildiği takdirde ret etmek için Spielberg (“artık izleyenleri değil, kendimi tatmin edecek filmler çekmek istiyorum” diyen bir yönetmen olarak) olmanın gerektiği bir proje belki ama “siz kaygılanmayın, ben en iyisini yaparım!” denmesinin de çok zor olduğu bir iş. Bir kere, çok başarılı olan ve bir kez de (Frank Miller gibi gerçek bir sanatçı tarafından) başarılı bir güncelleme geçirerek günümüze miras bırakılmış bir çizgi romanın uyarlaması. İkincisi Tim Burton gibi çok başarılı bir yönetmenin çektiği başarılı iki Batman uyarlamasının devamı. Üçüncüsü de, çizgi romanın ve ilk iki bölümün başarısını gölgelemiş, gerçekten çok kötü iki bölümün de (olmasa da mecburen) devamı aynı zamanda. Yapılırken çok fazla şeyi dikkate alması gereken, çok fazla incelik barındırma yükümlülüğüne sahip bir film. Bunlara ek olarak ta üzerine çok şey yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, söylenmiş olması sebebiyle, nasıl desek, biraz “baymış!” bir içeriğe sahip aslında. Bundan dolayı da kendisine has birçok farklılık, bir özgünlükte sunması gerekiyor.
Bu gereklilikleri görme mecburiyetinde olan yapımcılar da, sorulara cevap verebilecek bir kadro oluşturmaya çalışmışlar haliyle. Hemen herkesin görevini hakkıyla yerine getirmiş olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ancak, teknik üstünlükler yanında yönetmenin bayağı bir özgünlük barındırması gerekiyor ki bu açıdan Nolan, gayet yerinde bir tercih gibi görünse de, Batman Başlıyor’u çekmek için gereken bir başka özellik olan “çizgi romancı ruhu”nu barındırmıyor ne yazık. Bu eksiklikte, bir tavır sorunu yaşatıyor filme. Açıklayacak olursak;
Kostümlü bir kahramanı olan bir çizgi roman uyarlaması yönetiyorsanız, ister istemez gerçekliği bir ölçüde esnetmeniz gerekir. Mutlaka bu esnetmenin ölçüsünü kahramanınızın kimliği belirler ama bu her durumda kaçınılmaz bir gerekliliktir. Örümcek Adam, X Adamlar, Süpermen, Hulk, zaten insanüstü güçlere sahip oldukları için gerçekliği umursamazlar. Batman ise, bizim her gün göremeyeceğimiz yada tokalaşamayacağımız biri olsa da normal bir insandır ancak, ondan da, diğer anormallerden beklediğimiz şeylerin benzerlerini bekleriz. Buna hakkımız da vardır çünkü Batman, ben şuyum yada buyum demeden, hizmetlerine bir şart koşmadan damlara çıkmış ve kötülere karşı savaş açmıştır. O bunu istemişse biz zaten dünden razıyızdır. Bu razılığı büyük ölçüde kendisi sağlamıştır aynı zamanda. O ürkütücü kostümü seçmesinin sebebi, kötü adamların, onun kim ve ne olduğunu anlamalarını engellemeye çalışmasıdır. Giydiği kostümün görevi, sadece içindeki kişinin kimliğini gizlemek değil, içerdiklerini de gizlemektir. İnsan nasıl ki bilmediğinden korkuyorsa, Batman bu korkunun üzerine gitmiş, her zaman düşmanlarına karanlıkların içinden saldırmış ve onu tanımamızı engellemiştir. Buna göre biz, kahramanlara ihtiyaç duyan normal insanlar, onun “ne” olduğunu nasıl ve neden umursayalım?
İşte Tim Burton bu belirttiğimiz, gerçek insanın gerçeküstülüğü gerçeğini, şaşılacak biçimde sunmayı başararak iki Batman bölümüne hayran kalmamızı sağlamıştır. Bunu da iki yolla yapmıştır: 1- Bu normal insanın, hizmetini sunarken kullandığı hemen her şeyi (araç, alet edevat, mağara, kostüm, uçak,...) bizim benzerini görmediğimiz tasarımlarla sunarak. Yani kahramanımızın sahip olduklarını biz ne görmüşüz, ne duymuşuz. En azından filmdeki halleriyle. Teknolojinin, paranın bunları imal edebileceğine ikna oluyoruz ama bize çok uzak şeyler bunlar. (tıpkı düşmanlarınınkiler gibi. Uzun namlulu silah, tokalaştığı kişiyi yakıp kavuran bir herneyse, sırıtkan surat, dev sarı ördek, silah ve helikopter olabilen şemsiyeler,....) Bu gerçek dışı takım taklavat tercihi ve özellikle bunların sayesinde gerçekleşen eylemler, izlediklerimize gerçek dışı bakmamızı şart koşmuş oluyor. 2- (ve daha önemlisi) Fantastik yapım tasarımı, kostümler ve görsel yapı. Tamamı bir dekoru andıran, beş-altı metre genişliğindeki ana caddeleriyle, iki metre genişliğindeki ırmaklarıyla, hiçbir işlevselliği olamayacak sokak lambalarıyla, abartılı biçimde biçimlendirilmiş, ışıklandırılmış ve aslında gereksiz reklam panolarıyla, hepsi özellikle şekillendirilmiş birer tipleme olan, işlevsellikleri sadece hikayedeki rolleri dahilinde olan sakinleriyle, aslında bir fantezi diyarı olan Gotham City ile.
İşte Burton, yönettiği iki Batman uyarlamasında, sık sık genel çekimlerle, geniş açılarla, yükseklerde konumlandırdığı ve çoğu genel çekimde hareket ettirdiği kamerasıyla Gotham City’yi bir tiyatro sahnesi gibi sunuyor, resmettiklerine fantastik bir yapaylık, gerçek dışılık katıyordu. Ki bunlara gayet aşina bir sinemacı olarak hiçte zorluk çekiyor gibi görünmüyordu. Dekorlar, kostümler, tiplemeler....
Özetleyecek olursak, Batman bildiğimiz bir insandı ama sahip oldukları, yaşadığı yer, çevresindekiler, savaştığı kişiler, gerçek değildi. Tim Burton, kendisini gerçek kıldığı kahramanının dışındaki her şeyi, fantastik bir renge boyayarak ihtiyacı olan çizgi roman ruhunu, insanüstü kahramanları merkeze alan hikayelerin ihtiyaç duyduğu insanüstülüğü yakalamıştı. Bundan dolayı biz izleyiciler, Batman’i Ve Batman Dönüyor’u izlerken, onun gerçek bir insan olduğunu biliyor, onu anlıyor ama izlediğimiz filmi, bir fantastik film olarak algılıyorduk, kabul etmek için bir engel görmüyorduk. Bunu sağlayan ilk iki şey belirttiğimiz sanat yönetimi, Burton’un kamera kullanımıydı. (Bir üçüncü madde olarak sunabileceğimiz şeyse, Danny Elfman’ın besteleridir muhtemelen)
İşte Nolan, fantastik renge boyanmış Batman’in doğal rengini bize göstermiş, kadraja aldığı her şeyi açıklamış, bildiğimiz halinin öncesini resmetmiş ve istediğimiz, beklediğimiz, ihtiyacımız olan ruhu silip atmış oluyor bu durumda. Geriye kalan da aksiyon oluyor.
Ki zaten, Amerikan çizgi romanı, hemen her zaman kahramanlıkla, kahramanlarla beslenmiş bir arenadır. Bu, her anlamda bir gerçeküstücülüktür ancak Batman, bir Amerikan çizgi romanı karakteri olsa da gerçek bir insan olmasıyla fark yaratır. Ama okuyucunun talep ettiği gerçeküstü tavrı da es geçmez, bunu, zenginliği ve elitliğiyle ve bu konumunun kendisine sağladığı olanaklar sayesinde sağlar. Diğer Süper kahramanlar ya bildiğimiz şehirlerde yaşarlar yada en azından bildiğimiz şehirlerle “tutarlı” görünümdeki şehirlerde, Batman ise hayali bir şehirde. İnsanüstü özellikleri olan kahramanların hepsinin ikinci bir özelliği, insanlara yakınlıklarıdır. Peter Parker fotoğrafçıdır. Clark Kent muhabirdir. Bruce Banner bir üniversite öğrencisi/araştırmacıdır. Logan ise bir serseridir. Serserilere sataşır. Ya da benzerleri ona. Hepsi insan üstü özelliklere sahiplerdir ancak insanlarla iç içedirler. Batman’se insanüstü değildir ama öyleymiş gibi davranır/yaşar. Bu yaşamını inandırıcı kılan şeyse bir fantezi diyarında yaşaması ve bu fantezi diyarının içerdiklerini kullanmasıdır.
Nolan’ın tercihlerine dönecek olursak, örneğin Gotham hiçte bildiğimiz Gotham’a benzemiyor. Bu fikri doğrularcasına Neeson’ın ağzından Gotham’ın ismi Roma ve İstanbul’la birlikte anılıyor. Olduğundan biraz daha karanlık Los Angeles yada New York gibi bir şehir olmuş. Kötü adamların hiçbir kötülüğü yok bir bakıma. Onlar da bildikleri yolla iyiliği arıyorlar. Mafya patronu, hemen her filmde görülenlerden farksız. Yani bütün bir polis teşkilatının başa çıkamayıp ta Batman’in tenezzül edip mağlup etmeye çalışacağı biri değil ki (gerçi bir nev’i egzersiz oluyor ama, yinede…). Kendisi zaten normal biridir tabi ama parasının satın aldığı, Batman’i zorlayacak bir şeyi yok yani. Garip bir silah, güçlü bir yardımcı gibi. Şu dayaklık psikiyatrist, işin bilimsel olanaklarıyla yararlanıp biraz ürkütücü bir yöntem bulmuş belki ama onunki de bir atımlık silah oluyor. Çünkü rakibi, bilimin son noktasını emrine almış biri ne de olsa. Buna göre işin karakter yazımı tarafı, belirttiğimiz açıdan tatmin edici değil.
Senaryoya genel olarak bakacak olursak ta karşımıza çıkan tablo yine negatif özellikte. Kötülerin şehri yok etme yolları da işi uzattıkça uzatıyor, Batman’i de bir dedektife çeviriyor neredeyse. İlaç şehir suyuna katılacak, bu suyu buharlaştıracak makine çalınacak, vs. vs. Batman’in Ethan Hunt yada James Bondvari sorunlara ihtiyacı yok. Ve hiç olmadı zaten. Batman’in ihtiyacı olan şey kendisi gibi garip karakterdeki düşmanlar. Ve ortaya çıkan sorunların kaynağı hep kötü adamların garip karakter ve istemleri. İrdelenecek olan şey, bu istemlerin gerçekleştirilme yolları değil, ortaya çıkma hikayeleri. Bir mafya babasının mali hesapları yada kasıntı bir psikiyatristin yolunu bulmaya çalışması değil. Kendi hocasının misyonu hiç değil çünkü Batman yalnızlığı seçmiş bir karakter. Yani, kendisine bu gücü ve sahip olduklarını kullanma yetisini veren kişiyle, düşman olmak zorunda kalmanın ortaya çıkaracağı düşünsel boyut, hiçte Batman’a göre değil. Gerçi bunu söylerken, Bruce Wayne bunları düşünecek yada önemseyecek biri değildir demek istemiyorum. Batman’de bir insandır, her insanı duyguyu barındırır ama Batman olgusu, bunları kucaklayan bir içeriğe sahip değildir. Ailesinin ölmesiyle kötülere savaş açmıştır, o kadar. Bunu da fazla irdeleyemeyiz izleyiciler olarak çünkü o zaten onu anlamamıza kulak asmaz. Ona hak vermemizi de umursamaz. Ancak onun kadar yalnız, karizmatik, elit ve öfkeli olursak bu mümkün olur.
Yani...... Batman Başlıyor, içerdiği hemen hiçbir ayrıntıyla Batman ruhunu, hissini yakalayamıyor, hissettiremiyor. Ama başta da belirttiğim gibi; bunlar, onu kötü bir film yapmıyor. Sadece uyarlanamamış iyi bir film yapıyor. İşte kimine göre bu “kötü film”dir . İyi’yi özellikle belirtiyorum ki, bu, uyarlanmayan ayrıntıların tercih edilme sebepleri birçok açıdan Batman Başlıyor’u diğer tüm Batman uyarlamalarından daha iyi bir film yapıyor. Başka bir açıdan. Bir uyarlama olduğu görmezden gelinirse...
Bir kere gerçekten işin karakter dramı tarafı çok iyi ve doyurucu. Bruce Wayne’nin nasıl zengin ama yalnız bir milyarder ve ötesinde Batman olduğunu en ince ayrıntısına kadar resmediyor. Yukarıda, bu tercihin, Batman ruhuna ters düştüğünü iddia ettim ama “bir sinema filmi” ruhu olarak ise çok yerinde bir tercih. Bruce’un çıktığı yolculuk gerçekten uzun ve meşakkatli. Aldığı fiziksel ve ruhsal eğitim çok güçlü. Hatta bu eğitimden önce, alıp başını gitmesi bile şaşırtıcı ve takdir edilesi bir misyon içeriyor. Suçluyu, suçu tanımak.
Filmin teknik işçiliği de çok iyi. Tasarımlar çarpıcı ve o oranda inandırıcı. Batman kostümü bence şu ana kadar çizilmişlerin en iyisi. Batmobil, diğer alet ekipman... Hem çok iyi çizilmişler, hem de çok işlevsel ve inandırıcılar. Ki bunların kaynağı da gözümüzün önünde. Burton’un uyarlamalarındaki tasarımlar da çok iyiydi o gün için. Hala eski yüzlü durmuyorlar, hala estetikler ama işlevsellikleri ve inandırıcılıkları gerçekten –çoğu zaman- rezaletti. Batmobil, çarşı içinde 20 km’saat hızla gidip Joker’in adamlarını harcıyordu. Sağından solundan abuk subuk ipler, teller çıkıyordu. Roketler, makinalı tüfekler vs. Dar sokaktan geçmek için Batmobil’in incelmesine ne demeli? Bu açılardan bakarsak ilk Batman uyarlamaları birer aksiyon filmi olarak, birer kavga dövüş filmi olarak çok kötüydü. Normalde pelerin olan kanatlar, bir iki çekimde lap diye açılıyordu örneğin, Bruce binadan aşağıya süzülüyordu belki ama hiç estetik ve inandırıcı değildi bu çekimler. İşte Batman Başlıyor’da tüm bunlar, oluyormuş gibi görünmüyor, gerçekten oluyor. Ve çok estetik biçimde. Birçok kişi bu aksiyon inandırıcılığını gerekli bulmayabilir. Yani “gerçekten uçmuyo ki canım zaten!” gibi bir açıklama sık sık duyarız ama bence görsel inandırıcılık çok önemlidir ve filme olan bakışınızı büyük ölçüde etkiler. İşte yukarıda belirttiğimiz, gerçekçi olmayan alet edevat konusuna bir örnekte Batman’in sahip olduklarıdır.
Oyunculuklar konusunda söylenecek ilk şey şu. Başrol olan erkek ve kadın oyuncu arasında, bu kadar farklı bir oyunculuk seviyesine hiç rastlamıştım. Bale, çok iyi oynuyor, Holmes ise çok kötü. Bale’in gerek fiziksel özellikleri, gerek yüzü Batman’e cuk oturmuş. Oyunculuğunun da zaten gayet iyi olduğunu düşünmemiz için Amerikan Sapığı ve Makinist gibi (aslında bence en iyisi Güneş İmparatorluğu’ndaki oyunculuğudur) iki sağlam kanıtımız var. Bence Bale, birçok açıdan Kaeton’dan dahi daha iyi bir Batman olmuş ve çok iyi oynamış. Ancak Katie Holmes, bu kolay bir rol için bile çok kötü oynuyor. Özellikle duygulu olmaya çalıştığı anlardaki yüzü inandırıcılıktan çok uzak. Yıkıntılar arasındaki “sevdiğim adam” sekansındaki hisli bakışı ve var olamayan mimikleri öylesine “trip” ki, Nolan’ın bunu tekrarlamaması ve o haliyle kurguya dahil etmesi inanılmaz. Michael Caine, Alfred rolünde çok iyi. Özellikle, Bruce ile fikir ayrılıklarına düştüğü ve fikrini söylemekten çekinmediği halde ondan asla vazgeçmemesi tartısını çok iyi ayarlamış. Hem şefkatli bir baba, hem de haddini bilen bir hizmetçi imajını çok başarılı çizmiş. Liam Neeson, Morgan Freeman, Tom Wilkinson, Ken Watanebe rollerinde başarılılar ama bu başarıları, oyunculuk güçlerinden çok, karizmalarında. Son olarak Gary Oldman’ı böyle bir rolde görmek iyi olabilirdi ama karakterine biraz daha yer açılsaydı. Tabi bunun yapılmamış olması gayet mantıklı bir tercihken, Oldman’ın bu rolü neden kabul ettiğini anlamak zor. Belki de, öyle sunulmasa da, şehri kurtaran karakteri oynamayı istemiştir. Kim bilir?
Senaryonun muhtelif yerlerine üzerine düşünülecek replikler, eylemler serpiştirilmiş olsa da hemen hiçbiri daha önce irdelenmemiş yada bir Batman uyarlamasında karşılaşılması beklenmeyen şeyler olmadığı için çok önemli görünmüyor. Örneğin, suçun bu seviyelere gelmiş olmasının sebebi, suçlulara gösterilen merhamet midir? Yani bir adalet savaşçısı, aynı zamanda bir cellat olmalı mıdır? İntikam, bir kahraman için yakıt mıdır yoksa fren mi? Ve benzerleri ama bu sorular, bir şeyleri bir yerlere yönlendirmekten başka amaç gütmüyor ki film, hemen her soruya kendince bir cevap veriyor. Bu tip bir film için de olması gereken budur belki de....
Özetle, bir uyarlama olarak fazla yarasa ruhu barındırmayan, insanı alıp Gotham’a götürmeyen ama keyifle izlenen bir Batman uyarlaması bu. Şunu söylemek lazım ki, insan üstü olmayan bir kahramandan nasıl bedensel faaliyetlerle sergilenen büyüleyicilik beklemiyor, kadrajlarını işgal ettiği filmden görsel büyüleyicilik bekliyorsak, Nolan bu denklemi değiştirmeyi amaç edinmiş gibi görünüyor. İkisini bir arada bulmak içinse, yeni bir Spielberg’e ihtiyaç duymak garip karşılanmasa gerek. Çünkü bu tip yapımlar için yönetmenin içermesi gereken sıfat iyi, muhteşem, üstün vs. değil. Karakterin ve senaryonun gerektirdiği görselliği oluşturma. Çünkü, bedensel faaliyet ihtişamını Batman’dan çok daha iyi sergileyen kahramanlar yıllardır perdeleri, player’ları meşgul ediyor zaten.
Batman Başlıyor, çok zor bir proje. Hem bir yazar, hem de bir yönetmen için. Hani, teklif edildiği takdirde ret etmek için Spielberg (“artık izleyenleri değil, kendimi tatmin edecek filmler çekmek istiyorum” diyen bir yönetmen olarak) olmanın gerektiği bir proje belki ama “siz kaygılanmayın, ben en iyisini yaparım!” denmesinin de çok zor olduğu bir iş. Bir kere, çok başarılı olan ve bir kez de (Frank Miller gibi gerçek bir sanatçı tarafından) başarılı bir güncelleme geçirerek günümüze miras bırakılmış bir çizgi romanın uyarlaması. İkincisi Tim Burton gibi çok başarılı bir yönetmenin çektiği başarılı iki Batman uyarlamasının devamı. Üçüncüsü de, çizgi romanın ve ilk iki bölümün başarısını gölgelemiş, gerçekten çok kötü iki bölümün de (olmasa da mecburen) devamı aynı zamanda. Yapılırken çok fazla şeyi dikkate alması gereken, çok fazla incelik barındırma yükümlülüğüne sahip bir film. Bunlara ek olarak ta üzerine çok şey yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, söylenmiş olması sebebiyle, nasıl desek, biraz “baymış!” bir içeriğe sahip aslında. Bundan dolayı da kendisine has birçok farklılık, bir özgünlükte sunması gerekiyor.
Bu gereklilikleri görme mecburiyetinde olan yapımcılar da, sorulara cevap verebilecek bir kadro oluşturmaya çalışmışlar haliyle. Hemen herkesin görevini hakkıyla yerine getirmiş olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ancak, teknik üstünlükler yanında yönetmenin bayağı bir özgünlük barındırması gerekiyor ki bu açıdan Nolan, gayet yerinde bir tercih gibi görünse de, Batman Başlıyor’u çekmek için gereken bir başka özellik olan “çizgi romancı ruhu”nu barındırmıyor ne yazık. Bu eksiklikte, bir tavır sorunu yaşatıyor filme. Açıklayacak olursak;
Kostümlü bir kahramanı olan bir çizgi roman uyarlaması yönetiyorsanız, ister istemez gerçekliği bir ölçüde esnetmeniz gerekir. Mutlaka bu esnetmenin ölçüsünü kahramanınızın kimliği belirler ama bu her durumda kaçınılmaz bir gerekliliktir. Örümcek Adam, X Adamlar, Süpermen, Hulk, zaten insanüstü güçlere sahip oldukları için gerçekliği umursamazlar. Batman ise, bizim her gün göremeyeceğimiz yada tokalaşamayacağımız biri olsa da normal bir insandır ancak, ondan da, diğer anormallerden beklediğimiz şeylerin benzerlerini bekleriz. Buna hakkımız da vardır çünkü Batman, ben şuyum yada buyum demeden, hizmetlerine bir şart koşmadan damlara çıkmış ve kötülere karşı savaş açmıştır. O bunu istemişse biz zaten dünden razıyızdır. Bu razılığı büyük ölçüde kendisi sağlamıştır aynı zamanda. O ürkütücü kostümü seçmesinin sebebi, kötü adamların, onun kim ve ne olduğunu anlamalarını engellemeye çalışmasıdır. Giydiği kostümün görevi, sadece içindeki kişinin kimliğini gizlemek değil, içerdiklerini de gizlemektir. İnsan nasıl ki bilmediğinden korkuyorsa, Batman bu korkunun üzerine gitmiş, her zaman düşmanlarına karanlıkların içinden saldırmış ve onu tanımamızı engellemiştir. Buna göre biz, kahramanlara ihtiyaç duyan normal insanlar, onun “ne” olduğunu nasıl ve neden umursayalım?
İşte Tim Burton bu belirttiğimiz, gerçek insanın gerçeküstülüğü gerçeğini, şaşılacak biçimde sunmayı başararak iki Batman bölümüne hayran kalmamızı sağlamıştır. Bunu da iki yolla yapmıştır: 1- Bu normal insanın, hizmetini sunarken kullandığı hemen her şeyi (araç, alet edevat, mağara, kostüm, uçak,...) bizim benzerini görmediğimiz tasarımlarla sunarak. Yani kahramanımızın sahip olduklarını biz ne görmüşüz, ne duymuşuz. En azından filmdeki halleriyle. Teknolojinin, paranın bunları imal edebileceğine ikna oluyoruz ama bize çok uzak şeyler bunlar. (tıpkı düşmanlarınınkiler gibi. Uzun namlulu silah, tokalaştığı kişiyi yakıp kavuran bir herneyse, sırıtkan surat, dev sarı ördek, silah ve helikopter olabilen şemsiyeler,....) Bu gerçek dışı takım taklavat tercihi ve özellikle bunların sayesinde gerçekleşen eylemler, izlediklerimize gerçek dışı bakmamızı şart koşmuş oluyor. 2- (ve daha önemlisi) Fantastik yapım tasarımı, kostümler ve görsel yapı. Tamamı bir dekoru andıran, beş-altı metre genişliğindeki ana caddeleriyle, iki metre genişliğindeki ırmaklarıyla, hiçbir işlevselliği olamayacak sokak lambalarıyla, abartılı biçimde biçimlendirilmiş, ışıklandırılmış ve aslında gereksiz reklam panolarıyla, hepsi özellikle şekillendirilmiş birer tipleme olan, işlevsellikleri sadece hikayedeki rolleri dahilinde olan sakinleriyle, aslında bir fantezi diyarı olan Gotham City ile.
İşte Burton, yönettiği iki Batman uyarlamasında, sık sık genel çekimlerle, geniş açılarla, yükseklerde konumlandırdığı ve çoğu genel çekimde hareket ettirdiği kamerasıyla Gotham City’yi bir tiyatro sahnesi gibi sunuyor, resmettiklerine fantastik bir yapaylık, gerçek dışılık katıyordu. Ki bunlara gayet aşina bir sinemacı olarak hiçte zorluk çekiyor gibi görünmüyordu. Dekorlar, kostümler, tiplemeler....
Özetleyecek olursak, Batman bildiğimiz bir insandı ama sahip oldukları, yaşadığı yer, çevresindekiler, savaştığı kişiler, gerçek değildi. Tim Burton, kendisini gerçek kıldığı kahramanının dışındaki her şeyi, fantastik bir renge boyayarak ihtiyacı olan çizgi roman ruhunu, insanüstü kahramanları merkeze alan hikayelerin ihtiyaç duyduğu insanüstülüğü yakalamıştı. Bundan dolayı biz izleyiciler, Batman’i Ve Batman Dönüyor’u izlerken, onun gerçek bir insan olduğunu biliyor, onu anlıyor ama izlediğimiz filmi, bir fantastik film olarak algılıyorduk, kabul etmek için bir engel görmüyorduk. Bunu sağlayan ilk iki şey belirttiğimiz sanat yönetimi, Burton’un kamera kullanımıydı. (Bir üçüncü madde olarak sunabileceğimiz şeyse, Danny Elfman’ın besteleridir muhtemelen)
İşte Nolan, fantastik renge boyanmış Batman’in doğal rengini bize göstermiş, kadraja aldığı her şeyi açıklamış, bildiğimiz halinin öncesini resmetmiş ve istediğimiz, beklediğimiz, ihtiyacımız olan ruhu silip atmış oluyor bu durumda. Geriye kalan da aksiyon oluyor.
Ki zaten, Amerikan çizgi romanı, hemen her zaman kahramanlıkla, kahramanlarla beslenmiş bir arenadır. Bu, her anlamda bir gerçeküstücülüktür ancak Batman, bir Amerikan çizgi romanı karakteri olsa da gerçek bir insan olmasıyla fark yaratır. Ama okuyucunun talep ettiği gerçeküstü tavrı da es geçmez, bunu, zenginliği ve elitliğiyle ve bu konumunun kendisine sağladığı olanaklar sayesinde sağlar. Diğer Süper kahramanlar ya bildiğimiz şehirlerde yaşarlar yada en azından bildiğimiz şehirlerle “tutarlı” görünümdeki şehirlerde, Batman ise hayali bir şehirde. İnsanüstü özellikleri olan kahramanların hepsinin ikinci bir özelliği, insanlara yakınlıklarıdır. Peter Parker fotoğrafçıdır. Clark Kent muhabirdir. Bruce Banner bir üniversite öğrencisi/araştırmacıdır. Logan ise bir serseridir. Serserilere sataşır. Ya da benzerleri ona. Hepsi insan üstü özelliklere sahiplerdir ancak insanlarla iç içedirler. Batman’se insanüstü değildir ama öyleymiş gibi davranır/yaşar. Bu yaşamını inandırıcı kılan şeyse bir fantezi diyarında yaşaması ve bu fantezi diyarının içerdiklerini kullanmasıdır.
Nolan’ın tercihlerine dönecek olursak, örneğin Gotham hiçte bildiğimiz Gotham’a benzemiyor. Bu fikri doğrularcasına Neeson’ın ağzından Gotham’ın ismi Roma ve İstanbul’la birlikte anılıyor. Olduğundan biraz daha karanlık Los Angeles yada New York gibi bir şehir olmuş. Kötü adamların hiçbir kötülüğü yok bir bakıma. Onlar da bildikleri yolla iyiliği arıyorlar. Mafya patronu, hemen her filmde görülenlerden farksız. Yani bütün bir polis teşkilatının başa çıkamayıp ta Batman’in tenezzül edip mağlup etmeye çalışacağı biri değil ki (gerçi bir nev’i egzersiz oluyor ama, yinede…). Kendisi zaten normal biridir tabi ama parasının satın aldığı, Batman’i zorlayacak bir şeyi yok yani. Garip bir silah, güçlü bir yardımcı gibi. Şu dayaklık psikiyatrist, işin bilimsel olanaklarıyla yararlanıp biraz ürkütücü bir yöntem bulmuş belki ama onunki de bir atımlık silah oluyor. Çünkü rakibi, bilimin son noktasını emrine almış biri ne de olsa. Buna göre işin karakter yazımı tarafı, belirttiğimiz açıdan tatmin edici değil.
Senaryoya genel olarak bakacak olursak ta karşımıza çıkan tablo yine negatif özellikte. Kötülerin şehri yok etme yolları da işi uzattıkça uzatıyor, Batman’i de bir dedektife çeviriyor neredeyse. İlaç şehir suyuna katılacak, bu suyu buharlaştıracak makine çalınacak, vs. vs. Batman’in Ethan Hunt yada James Bondvari sorunlara ihtiyacı yok. Ve hiç olmadı zaten. Batman’in ihtiyacı olan şey kendisi gibi garip karakterdeki düşmanlar. Ve ortaya çıkan sorunların kaynağı hep kötü adamların garip karakter ve istemleri. İrdelenecek olan şey, bu istemlerin gerçekleştirilme yolları değil, ortaya çıkma hikayeleri. Bir mafya babasının mali hesapları yada kasıntı bir psikiyatristin yolunu bulmaya çalışması değil. Kendi hocasının misyonu hiç değil çünkü Batman yalnızlığı seçmiş bir karakter. Yani, kendisine bu gücü ve sahip olduklarını kullanma yetisini veren kişiyle, düşman olmak zorunda kalmanın ortaya çıkaracağı düşünsel boyut, hiçte Batman’a göre değil. Gerçi bunu söylerken, Bruce Wayne bunları düşünecek yada önemseyecek biri değildir demek istemiyorum. Batman’de bir insandır, her insanı duyguyu barındırır ama Batman olgusu, bunları kucaklayan bir içeriğe sahip değildir. Ailesinin ölmesiyle kötülere savaş açmıştır, o kadar. Bunu da fazla irdeleyemeyiz izleyiciler olarak çünkü o zaten onu anlamamıza kulak asmaz. Ona hak vermemizi de umursamaz. Ancak onun kadar yalnız, karizmatik, elit ve öfkeli olursak bu mümkün olur.
Yani...... Batman Başlıyor, içerdiği hemen hiçbir ayrıntıyla Batman ruhunu, hissini yakalayamıyor, hissettiremiyor. Ama başta da belirttiğim gibi; bunlar, onu kötü bir film yapmıyor. Sadece uyarlanamamış iyi bir film yapıyor. İşte kimine göre bu “kötü film”dir . İyi’yi özellikle belirtiyorum ki, bu, uyarlanmayan ayrıntıların tercih edilme sebepleri birçok açıdan Batman Başlıyor’u diğer tüm Batman uyarlamalarından daha iyi bir film yapıyor. Başka bir açıdan. Bir uyarlama olduğu görmezden gelinirse...
Bir kere gerçekten işin karakter dramı tarafı çok iyi ve doyurucu. Bruce Wayne’nin nasıl zengin ama yalnız bir milyarder ve ötesinde Batman olduğunu en ince ayrıntısına kadar resmediyor. Yukarıda, bu tercihin, Batman ruhuna ters düştüğünü iddia ettim ama “bir sinema filmi” ruhu olarak ise çok yerinde bir tercih. Bruce’un çıktığı yolculuk gerçekten uzun ve meşakkatli. Aldığı fiziksel ve ruhsal eğitim çok güçlü. Hatta bu eğitimden önce, alıp başını gitmesi bile şaşırtıcı ve takdir edilesi bir misyon içeriyor. Suçluyu, suçu tanımak.
Filmin teknik işçiliği de çok iyi. Tasarımlar çarpıcı ve o oranda inandırıcı. Batman kostümü bence şu ana kadar çizilmişlerin en iyisi. Batmobil, diğer alet ekipman... Hem çok iyi çizilmişler, hem de çok işlevsel ve inandırıcılar. Ki bunların kaynağı da gözümüzün önünde. Burton’un uyarlamalarındaki tasarımlar da çok iyiydi o gün için. Hala eski yüzlü durmuyorlar, hala estetikler ama işlevsellikleri ve inandırıcılıkları gerçekten –çoğu zaman- rezaletti. Batmobil, çarşı içinde 20 km’saat hızla gidip Joker’in adamlarını harcıyordu. Sağından solundan abuk subuk ipler, teller çıkıyordu. Roketler, makinalı tüfekler vs. Dar sokaktan geçmek için Batmobil’in incelmesine ne demeli? Bu açılardan bakarsak ilk Batman uyarlamaları birer aksiyon filmi olarak, birer kavga dövüş filmi olarak çok kötüydü. Normalde pelerin olan kanatlar, bir iki çekimde lap diye açılıyordu örneğin, Bruce binadan aşağıya süzülüyordu belki ama hiç estetik ve inandırıcı değildi bu çekimler. İşte Batman Başlıyor’da tüm bunlar, oluyormuş gibi görünmüyor, gerçekten oluyor. Ve çok estetik biçimde. Birçok kişi bu aksiyon inandırıcılığını gerekli bulmayabilir. Yani “gerçekten uçmuyo ki canım zaten!” gibi bir açıklama sık sık duyarız ama bence görsel inandırıcılık çok önemlidir ve filme olan bakışınızı büyük ölçüde etkiler. İşte yukarıda belirttiğimiz, gerçekçi olmayan alet edevat konusuna bir örnekte Batman’in sahip olduklarıdır.
Oyunculuklar konusunda söylenecek ilk şey şu. Başrol olan erkek ve kadın oyuncu arasında, bu kadar farklı bir oyunculuk seviyesine hiç rastlamıştım. Bale, çok iyi oynuyor, Holmes ise çok kötü. Bale’in gerek fiziksel özellikleri, gerek yüzü Batman’e cuk oturmuş. Oyunculuğunun da zaten gayet iyi olduğunu düşünmemiz için Amerikan Sapığı ve Makinist gibi (aslında bence en iyisi Güneş İmparatorluğu’ndaki oyunculuğudur) iki sağlam kanıtımız var. Bence Bale, birçok açıdan Kaeton’dan dahi daha iyi bir Batman olmuş ve çok iyi oynamış. Ancak Katie Holmes, bu kolay bir rol için bile çok kötü oynuyor. Özellikle duygulu olmaya çalıştığı anlardaki yüzü inandırıcılıktan çok uzak. Yıkıntılar arasındaki “sevdiğim adam” sekansındaki hisli bakışı ve var olamayan mimikleri öylesine “trip” ki, Nolan’ın bunu tekrarlamaması ve o haliyle kurguya dahil etmesi inanılmaz. Michael Caine, Alfred rolünde çok iyi. Özellikle, Bruce ile fikir ayrılıklarına düştüğü ve fikrini söylemekten çekinmediği halde ondan asla vazgeçmemesi tartısını çok iyi ayarlamış. Hem şefkatli bir baba, hem de haddini bilen bir hizmetçi imajını çok başarılı çizmiş. Liam Neeson, Morgan Freeman, Tom Wilkinson, Ken Watanebe rollerinde başarılılar ama bu başarıları, oyunculuk güçlerinden çok, karizmalarında. Son olarak Gary Oldman’ı böyle bir rolde görmek iyi olabilirdi ama karakterine biraz daha yer açılsaydı. Tabi bunun yapılmamış olması gayet mantıklı bir tercihken, Oldman’ın bu rolü neden kabul ettiğini anlamak zor. Belki de, öyle sunulmasa da, şehri kurtaran karakteri oynamayı istemiştir. Kim bilir?
Senaryonun muhtelif yerlerine üzerine düşünülecek replikler, eylemler serpiştirilmiş olsa da hemen hiçbiri daha önce irdelenmemiş yada bir Batman uyarlamasında karşılaşılması beklenmeyen şeyler olmadığı için çok önemli görünmüyor. Örneğin, suçun bu seviyelere gelmiş olmasının sebebi, suçlulara gösterilen merhamet midir? Yani bir adalet savaşçısı, aynı zamanda bir cellat olmalı mıdır? İntikam, bir kahraman için yakıt mıdır yoksa fren mi? Ve benzerleri ama bu sorular, bir şeyleri bir yerlere yönlendirmekten başka amaç gütmüyor ki film, hemen her soruya kendince bir cevap veriyor. Bu tip bir film için de olması gereken budur belki de....
Özetle, bir uyarlama olarak fazla yarasa ruhu barındırmayan, insanı alıp Gotham’a götürmeyen ama keyifle izlenen bir Batman uyarlaması bu. Şunu söylemek lazım ki, insan üstü olmayan bir kahramandan nasıl bedensel faaliyetlerle sergilenen büyüleyicilik beklemiyor, kadrajlarını işgal ettiği filmden görsel büyüleyicilik bekliyorsak, Nolan bu denklemi değiştirmeyi amaç edinmiş gibi görünüyor. İkisini bir arada bulmak içinse, yeni bir Spielberg’e ihtiyaç duymak garip karşılanmasa gerek. Çünkü bu tip yapımlar için yönetmenin içermesi gereken sıfat iyi, muhteşem, üstün vs. değil. Karakterin ve senaryonun gerektirdiği görselliği oluşturma. Çünkü, bedensel faaliyet ihtişamını Batman’dan çok daha iyi sergileyen kahramanlar yıllardır perdeleri, player’ları meşgul ediyor zaten.
eXistenZ üzerine....
Bir Cronenberg filmi izlemek için perde yada ekran karşısına geçtiyseniz her zamanki beklentilerinizi bir kenara bırakmak zorundasınızdır. Bu klişemsi gereklilik, hemen her bağımsız sinemacı için sarf edilebilir belki ama Cronenberg sineması, ilgilendiği konuya tutturduğu yaklaşım açısından ilgilenicisini biraz germeye ve ötesinde “denemeye” niyetli bir sinemadır. Hiç kimse göz göre göre denenmekten hoşlanmaz belki ve bu yüzden de birçok filmi (cüreti nedeniyle olsa gerek) hakaretle, aynı zamanda da (cesareti nedeniyle olsa gerek) övgülere boğulmuştur Kanadalı yönetmenin. Filminin çıkışında aynı anda hem alkışlara, hem yuhalamalara rastlanabilir. (Cannes Film Festivali gibi görece elit bir ortamdaki bir gösterim olsa bile… Bu örnek Crash/Çarpışma filmi için gerçekleşmiştir) Her şekilde beklediğiniz doğrultusunda bir izlen yerine size sunulacak olan dünyaya girmek durumunda olmalısınız. Bunu kabul ediyor ya da başarabiliyorsanız gayet mutlusunuzdur.
Bence bu açıdan sorun yok, hatta bu harika bir durumdur. Çünkü bu, fan’lara, ciddi hayranlara, kendi içlerinde özel olarak değerlendirilebilecek sinemaseverlere hitap ediş duruşudur. Ama ben bir sinemasever olarak daha çok göstergebilimsel yaklaşıma çok önem verdiğim için Cronenberg sinemasını biraz kısır, görsel olarak biraz sıkıcı, biraz sinematografik yetersizlik içerisinde bulurum. Senaryolarının, Cronenberg yönetmenliğinden daha “yoğun” sinemalaştırmalarının gerekli olduğunu, öyle olmadığı için yetersiz görselleştirildiğini düşünürüm. İzlediklerimi, kitaptan/senaryodan okuyormuşçasına takip eder, hayal gücümün izin verdiği ölçüde zihnimde zenginleştirmeye çalışırım. Çünkü, Cronenberg’in, kimi eleştirmenler tarafından “biyolojik gerilim” olarak isimlendirilen genel tarzına ait filmleri, birçok açıdan öncüler barındıran, öncülerinden sadece tutturduğu bakışla (ve tabii ki görsel tercihlerle) ayrılan filmlerdir. Ama bu öncülerin hemen hepsi, sinematografik tercihleri zorlayan isimlerin elinden çıkmıştır. Bunun sebebi de korku, gerilim, bilimkurgu gibi türlerin genel olarak olanların açıkça resmedildiği değil, sinemasallaştırıldığı türler olması sebebiyle görsel sınırların zorlandığı biçimsel tarzlar barındırmasıdır.
eXistenZ’e gelecek olursak; bilgisayar oyunlarını, oyunların genel yapılarını, içeriklerini, insanlar üzerine –mevcut ve/veya oluşabilecek- etkilerini anlatan bir film karşımızdaki. İşte yukarıda yazdıklarımı yazmadan, yazıya bu cümleyle başlayacak olsaydım, okuyacak kişinin aklında, mevcut filmden bambaşka bir film oluşurdu sanırım. Yoğun efektlerle desteklenmiş, rengarenk görselleştirilmiş, yine neredeyse tamamı yaratılmış ortamlarda süregiden, çok ilginç mekan, kostüm tasarımları barındıran, muhtemelen sürükleyici yapıda bir film. Serüven filmleri yapısına uygun bir bilimkurgu. Öyleyse buyurun eXistenZ’e, buyurun tezat’a.
eXistenZ hiç var olmamış ve olmayacak bir zamanda geçen bir film. İnsanlar dünya otomobil tarihinin en klasik arazi aracını -Land Rover- kullanıyor ama cep telefonları günümüzde bile henüz dizaynına hiçbir yerde rastlamadığımız (ve muhtemelen de rastlayamayacağımız) şekil ve görünümdeler. Kıyafetler, mimari, insanlar arası ilişkiler gayet tanıdık ama gen teknolojisi sokağa düşmüş. Günümüzden de bariz izler var, gelecekten de. Hangi zamandayız? Bu sorunun cevabını filmin içerisinde bulmak çok güç.
Benim fikrim şu: Bilgisayar oyunlarının gece gündüz oynandığı, hiç kimsenin ilgisiz kalamadığı bir ‘90lar düşünün. Yani oyunların ‘90larda olduğundan çok daha fazla -10 kat falan- ilgi gördüğünü varsayın. Ve o varolmayan ‘90ların 30 yıl sonrasını. İşte o 2020’deyiz. Var olmamış bir zamanın geleceğindeyiz. Bu bir şekilde ‘’90larda böyle olsaydı, gelecekte de bunlar olurdu” demek gibi bir şey. Kısaca alternatif bir zamandayız.
Filmin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan zamansızlık hissi kafaları karıştırsa da genetik çalışmaların ürünü olduğu belirtilen o tuhaf çift başlı yaratık, cep telefonu ve bilgisayar ya da oyun teknolojisinin ulaştığı nokta da bilimkurgulara ait imgeler. -ama belirtmeliyiz ki bahis ettiğimiz şeyler bir oyunun içerisinde de var olabilir- Diğer yandan karakterlerin yüzeysel oluşu, olayların fazlasıyla kaçınılmaz gelişmesi, hemen her şeyin (sinemasal olarak da) mekanik olduğu hissini vermesi ise bilgisayar oyunu içerisinde olduğumuzu hissettiriyor. Karakterlerin oyunun içerisine girmesine kadar olan sürede de nerede olduğumuz sorusuna cevap veremiyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak biz bunu hissederken Cronenberg filmi oyunun içine sokuyor. Artık oyunun içerisinde süren bir filmdeyiz. Eminiz bundan. Oyundan çıktığımız zamanda yine nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Tıpkı karakterler gibi. Hala oyunda mıyız acaba? Yada oyunda mıydık zaten?
Filmin sonunu seyretmeden bir karar vermek durumunda olursak şunu söyleyebiliriz. Ya alternatif bir gelecekte meydana gelen bir hikayeyi içerik edinmiş bir bilgisayar oyununun içerisindeyiz yada bilgisayar oyunlarının üzerine bir şeyler anlatan bir alternatif gelecek bilim-kurgusundayız. Film, içerdiği hemen her şeyi -zaman, mekan, alet-ekipman, özellikle öykü- bilim-kurgu filmiyle bilgisayar oyunu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak için kullanıyor. Ve bu bulanıklık öyle bir seviyeye ulaşıyor ki ayırt etmek olanaksızlaşıyor. Buna benzer ufak tefek numaraları başka filmlerde de görebiliriz belki ama bu seviyede oluşu gerçekten şaşırtıcı. Karakterlerimiz de bu konu üzerine uzun uzun konuşup yorum yapıyorlar. Oyundan çıktıklarında Pikul gerçek hayatta olup olmadığına emin değil ki, bu ciddi bir gerilim kaynağı teşkil ediyor. Gerçek hayattaki kişilikleriyle oyun içerisindeki karakterlerini karşılaştırıp bazı şeyleri anlamaya çalışıyorlar.
Bu özenle şekillendirilip ortaya çıkarılmış bir tercih ve eXistenZ’i bir başyapıt yapmaya yetiyor. Film içinde oyun, oyun içinde film durumunun son noktasındayız. Aynı zamanda sinemanın bilgisayar oyunlarını, bilgisayar oyunlarının da sinemayı etkilemesinin (beslemesinin) son noktası.
Diğer bir tercih kahramanlarımızın Cronenberg’in kurduğu ve bize sunduğu dünyanın düşmanlarının içinden seçilmesi. Biz film boyunca onları diğer tarafta görüp izliyoruz. Aslında bu dünyayı yıkmaya çalışan kişiler onlar. Gerçeklik yanlıları. Yani filmin sonunda film mi bitti yoksa oyun mu bitti yada hala oyunun içinde miyiz sorusuna cevap aramıyorsanız durum bu. Sunduğu alternatif dünyanın gerçekten varolması durumunda muhakkak birilerinin bunu yıkmak isteyeceğini ve belki de başaracağını düşünüyor Cronenberg. Buradan da bize sunduğu dünyanın ve teknolojinin karşısında olduğunu varsayabiliriz onun. Kendisiyle yapılan röportajlarda bu doğrultuda konuşmasa da.
Karakterlerimizden daha çok Law’un canlandırdığı Pikul’ya yakınız. Kahramanımız o. Leigh’in canlandırdığı Allegra karakteri de her ne kadar “esas kız" olarak sunuluyorsa da, merkezde ve Pikul’yla yan yana olsa da olayların kötüye gitmesinden hoşnut olduğunu ya da belki de olayları bir şekilde onun kötüye götürdüğünü hissetmiş olabilirsiniz. Oyunun tasarımcısı olduğu için oyununu test ediyor ve Pikul’da onun bir çeşit denek’i oluyor sanki. İşler sarpa sardıkça heyecan artıyor ve bu da daha iyi bir oyun anlamına geliyor. Haliyle Allegra bundan haz duyuyor. Ayrıca Pikul’ya bioport takmak (ya da açmak ?) için benzin istasyonuna gittiklerinde Allegra’nın dışarıya çıkıp sağa sola dokunduğunu sanki bir şeyleri hissetmeye çalıştığını görüyoruz. Yani oyunun gerçekliğini (başarısını) bir şekilde test ettiğini. En başından beri oyunda mıyız filmde mi sorusunu soranlara inceden bir ipucu sunmadan durmuyor Cronenberg.
eXistenZ’i bir arkadaşıma özellikle izletmiştim ki bu dostum, oyunla üzerine bayağı bir kültür sahibi biriydi. Çünkü öyle sanıyorum ki filme bir sinemasever kadar kaçınılmaz olarak bir “pc oyunusever” gözüyle de bakmak gerekliydi. Bu açıdan bakılınca da eXistenZ, oyunların genel prensip, dinamik ve yapılarını çok iyi bir biçimde özetliyor. Oyun karakterleri, anahtar kelimeler, uğranan durak ve mekânların önemi/varlık sebebi üzerine kısa ama açıklayıcı açıklamalar sunuyor.
Oyundan son çıkışta oyunculardan birinin söylediği bir şey de çok dikkat çekici. Ömür boyu oynasak 500 yıl yaşamak mümkün gibi bir şey diyor. Film boyunca izlediğimiz oyun için sadece 20 dk. bağlı kalmışlar. Buna ek olarak Defoe’nun canlandırdığı karakterde karşısındaki kadının Allegra olduğunu fark edince ayaklarına kapanıyor. Hayatımı değiştirdin diyor. (Her ne kadar daha sonra onu öldürmeye kalkışsa da...) Buradan oyunların birer oyun olmaktan çıkıp düpedüz sanal bir dünya olmaya adım atıldığı çok açık.. Yada bize başka filmlerde sunulan sanal dünyaların bir oyundan yola çıkılarak oluşturulduğunu.
Ve bence eXistenZ’in en önemli tarafı, esas farklılık yarattığı, benzersizlik teşkil ettiği taraf şu:
Bilgisayar oyunlarının gen teknolojisiyle kaynaştırılarak sunulması ki bu hamle, görünenden çok daha büyük bir faklılık teşkil ediyor. Genetik biliminin çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmış canlı materyallerle oynuyoruz oyunumuzu. Vücudumuza açılan bir delikle ve göbek bağı benzeri bir kabloyla oyuna dahil oluyoruz. Cronenberg’in her zamanki takıntısı olan insan bedeni bu filmde ayrı bir önem kazanıyor. Anlımıza yada şakaklarımıza tutturulan vantuzlarla yada başımıza geçirdiğimiz bir kaskla da oyuna dahil olabiliriz. Ama hayır, Cronenberg illa bizi bedensel olarak oyuna bağlıyor.
Şüphesiz makineleşme, bilgisayar teknolojileri ve bilgisayar oyunları üzerine yapılan filmler birçok ortak yan barındırır. Hemen hepsi birer siberpunktır ve siberpunk alttüründe her zaman karşılaşılan imgelerden biri insanın makineleşmesi, etle metalin kaynaşmasıdır. Ve hemen her siberpunk örneğinde kablolar, devreler, monitörler, hemen her türlü metal alet/ekipman vs…. yani bir elektronik hakimiyeti ve gözden kaçmayacak metal fetişizmi vardır. Bir de eXistenZ’e bakın…. Filmde metal kullanımı yok denecek kadar az. Filmin başındaki kilise, oyuna girdikleri ev, Çin lokantası… Hepsi ahşap. Ben bu kadar ahşap yapım tasarımına sahip bilimkurgu hatırlamıyorum. İşte eXistenZ ve gen teknolojisi, insanı makineleştirmeden çok, makineyi gen teknolojisi vasıtasıyla organikleştiriyor. Bu öylesine bir farklılık ki alttürün içinde başlı başına bir ayrıcalık oluşturuyor. Oyun podları tamamen organikler, bunu ötesinde “canlı”lar. Ve bu hamle de etten var olmuş insanı, teknolojiyle kaynaştırmak konusunda benzersiz bir kolaylık sağlıyor. Pikul’un lokantada yediği iğrenç yaratıkların kemiklerini bir silaha dönüştürmesi, silahın mermisi olarak bir diş kullanması, kabloların göbek bağı benzeri yapılara benzemesi ve Allegranın, kendi oyun pod’una yavrusuymuş gibi şefkat ve sevgiyle yaklaşması (neticede onu dünyaya getiren kendisi) bambaşka bir teknoloji/insan kaynaşması sunuyor. Mide kaldırıcılıkta biraz buradan geliyor zaten. İnsanın makineleşmesi, insanın içini acıtan, (Tetsuo’yu görenler ne demek istediği anlayacaktır) soğuk bir imgeleme sunarken (siberpunklar genelde soğuk görselliğe sahiptir) eXistenZ bunu bambaşka bir hisse taşıyor. Ki filmin görüntü yönetimi de sıcak tonlara sahip. Ama bu yapı da, başka mevcutlar yoluyla kabullenilemez gibi görünmekten geri kalmıyor.
Eh, şu ana kadar yazdıklarım birer övgü niteliğinde tabii ki ama ne yazık ki film, her Cronenberg filminin takıldığı soruna tekrar takılıyor. Bunu söylemek bu kadar yaratıcı, bu kadar faklı, yeni fikirlerin teleskopla arandığı bir dünyada elmas gibi parlayan bir film için çok rahatsız edici ama göz önünde.
Olanların, karakterlerin resmedilişi son derece “sıkıcı”. Anların hissi, yine hemen her Cronenberg filminde olduğu gibi Howard Shore’un maharetine dayandırılıyor. Kamera yönetiminden bir duygu almak, bir kasıt görmek çok güç. Birçok sinemasever bu tercihi takdir ediyor, bunu biliyorum. Kendilerince haklılar ama dediğim gibi ben biraz görsellik beklentisi yüksek bir sinemasever olduğum için hikayedeki mevcut duyguların, sinemasallaştırılması gerektiğini, hissetmemizin istendiği duyguları başka sanatlardan sinema sanatına sızmış silahlarla verilmesini biraz kolaycılık yada nasıl desem… yetersizlik olarak görüyorum. Duyguyu, kast edileni kameranın yüklenmesini bekliyorum ve bu beklentimi de hiçbir zaman Cronenberg’ten göremiyorum, senaryoları buna sağlam bir altyapı oluşturuyor olmasına rağmen. Yani gerilim içinde kaçmaya çalışan iki kişiyi sabit kamera, genel plan kaydetmek bana göre biraz duygusuz yaklaşım oluyor. Orada bir gerilim, bir kıstırılmışlık, bir sürükleyicilik var ama kamera öyle düşünmüyor. Bu duygular gayet normal, gayet rastlanır, her zaman ortalıkta dolaşır hislermiş gibi davranıyor izleyicisine. Ve bu durumda anlam metnin içinden çıkıyor, kameradan değil. “Sürükleyici” olarak değerlendirilen filmler , sıkı örülmüş hikayeleri dışında çoğu zaman dinamik kurgu ve hareketli kamera tercihleriyle bu sıfatı hak ederler. eXistenZ’te de kötüye giden bir yapı söz konusu. Giderek gerçeklikten kopan, gerçekle sahteyi ayırt edemeyen bir karakterin iç gerilimini ana hat olarak kullanan bir film. Zaten sadece repliklerle bize iletilen hikaye ayrıntıları, bu durağan yönetimle de birleşimce sadece fonda var olan bir öyküyle karşı karşıya kalıyoruz.
Birde şöyle bir nokta var. Bence eXistenZ’in senaryosu aslında bir bağımsız film senaryosu değil. Gayet “dev bir prodüksiyon” senaryosu karşımızdaki. Gerçek hayat gerçekliğinde bir gerçeklik sunan bir oyun teknolojisi, bu oyunun insanlığı etkileyişi, sanallık/yapaylık karşıtları, dev şirketler, suikastçılar, ajanlar, içinde bir aşkın “yeşerdiği” (tabii ki öyle değil, ne iyi…) macera dolu kaçış öyküsü. Böyle şekillendirilmiş bir hikayeyi tercih edeceğim düşünülmesin, (hatta Allah korusun) ortaya çıkacak filmin eXistenZ’ten kötü olacağı yüksek bir olasılık ama filmin mevcut hali de, içerdikleri için küçük kalıyor. Filmde, adı ve etkisi görmezden gelinemeyecek kadar önemli olan birçok şey ortada yok. Şirketler, ajanlar…. Yani oyundaki her şeyin çıkış noktası sanallık/gerçeklik ayrımı ve şirket çatışması ama taraflar hakkında hiçbir bilgi yok. Dünyanın en iyi oyun tasarımcısının, yarı Tanrı Allegra’nın elinden gelen bu mu?
Yani… genel olarak değerlendirecek olursak, Cronenberg sinemasının genel özeliklerini barındıran bir film eXistenZ. Filmografisinde üst sıralarda yer aldığını düşünüyorum. Benzersiz, yaratıcı, düşündürücü ve rahatsız edici. Bu rahatsız edicilik, yine yönetmenin birçok filmi için söylenebileceği gibi pozitif bir rahatsız edicilik. Ama görsel sergileme ne yazık ki hikayeyi, hikaye yapısı destekleyecek kadar zengin değil.
Saygılar, iyi seyirler….
Bence bu açıdan sorun yok, hatta bu harika bir durumdur. Çünkü bu, fan’lara, ciddi hayranlara, kendi içlerinde özel olarak değerlendirilebilecek sinemaseverlere hitap ediş duruşudur. Ama ben bir sinemasever olarak daha çok göstergebilimsel yaklaşıma çok önem verdiğim için Cronenberg sinemasını biraz kısır, görsel olarak biraz sıkıcı, biraz sinematografik yetersizlik içerisinde bulurum. Senaryolarının, Cronenberg yönetmenliğinden daha “yoğun” sinemalaştırmalarının gerekli olduğunu, öyle olmadığı için yetersiz görselleştirildiğini düşünürüm. İzlediklerimi, kitaptan/senaryodan okuyormuşçasına takip eder, hayal gücümün izin verdiği ölçüde zihnimde zenginleştirmeye çalışırım. Çünkü, Cronenberg’in, kimi eleştirmenler tarafından “biyolojik gerilim” olarak isimlendirilen genel tarzına ait filmleri, birçok açıdan öncüler barındıran, öncülerinden sadece tutturduğu bakışla (ve tabii ki görsel tercihlerle) ayrılan filmlerdir. Ama bu öncülerin hemen hepsi, sinematografik tercihleri zorlayan isimlerin elinden çıkmıştır. Bunun sebebi de korku, gerilim, bilimkurgu gibi türlerin genel olarak olanların açıkça resmedildiği değil, sinemasallaştırıldığı türler olması sebebiyle görsel sınırların zorlandığı biçimsel tarzlar barındırmasıdır.
eXistenZ’e gelecek olursak; bilgisayar oyunlarını, oyunların genel yapılarını, içeriklerini, insanlar üzerine –mevcut ve/veya oluşabilecek- etkilerini anlatan bir film karşımızdaki. İşte yukarıda yazdıklarımı yazmadan, yazıya bu cümleyle başlayacak olsaydım, okuyacak kişinin aklında, mevcut filmden bambaşka bir film oluşurdu sanırım. Yoğun efektlerle desteklenmiş, rengarenk görselleştirilmiş, yine neredeyse tamamı yaratılmış ortamlarda süregiden, çok ilginç mekan, kostüm tasarımları barındıran, muhtemelen sürükleyici yapıda bir film. Serüven filmleri yapısına uygun bir bilimkurgu. Öyleyse buyurun eXistenZ’e, buyurun tezat’a.
eXistenZ hiç var olmamış ve olmayacak bir zamanda geçen bir film. İnsanlar dünya otomobil tarihinin en klasik arazi aracını -Land Rover- kullanıyor ama cep telefonları günümüzde bile henüz dizaynına hiçbir yerde rastlamadığımız (ve muhtemelen de rastlayamayacağımız) şekil ve görünümdeler. Kıyafetler, mimari, insanlar arası ilişkiler gayet tanıdık ama gen teknolojisi sokağa düşmüş. Günümüzden de bariz izler var, gelecekten de. Hangi zamandayız? Bu sorunun cevabını filmin içerisinde bulmak çok güç.
Benim fikrim şu: Bilgisayar oyunlarının gece gündüz oynandığı, hiç kimsenin ilgisiz kalamadığı bir ‘90lar düşünün. Yani oyunların ‘90larda olduğundan çok daha fazla -10 kat falan- ilgi gördüğünü varsayın. Ve o varolmayan ‘90ların 30 yıl sonrasını. İşte o 2020’deyiz. Var olmamış bir zamanın geleceğindeyiz. Bu bir şekilde ‘’90larda böyle olsaydı, gelecekte de bunlar olurdu” demek gibi bir şey. Kısaca alternatif bir zamandayız.
Filmin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan zamansızlık hissi kafaları karıştırsa da genetik çalışmaların ürünü olduğu belirtilen o tuhaf çift başlı yaratık, cep telefonu ve bilgisayar ya da oyun teknolojisinin ulaştığı nokta da bilimkurgulara ait imgeler. -ama belirtmeliyiz ki bahis ettiğimiz şeyler bir oyunun içerisinde de var olabilir- Diğer yandan karakterlerin yüzeysel oluşu, olayların fazlasıyla kaçınılmaz gelişmesi, hemen her şeyin (sinemasal olarak da) mekanik olduğu hissini vermesi ise bilgisayar oyunu içerisinde olduğumuzu hissettiriyor. Karakterlerin oyunun içerisine girmesine kadar olan sürede de nerede olduğumuz sorusuna cevap veremiyoruz. Farkında olarak ya da olmayarak biz bunu hissederken Cronenberg filmi oyunun içine sokuyor. Artık oyunun içerisinde süren bir filmdeyiz. Eminiz bundan. Oyundan çıktığımız zamanda yine nerede olduğumuzu bilmiyoruz. Tıpkı karakterler gibi. Hala oyunda mıyız acaba? Yada oyunda mıydık zaten?
Filmin sonunu seyretmeden bir karar vermek durumunda olursak şunu söyleyebiliriz. Ya alternatif bir gelecekte meydana gelen bir hikayeyi içerik edinmiş bir bilgisayar oyununun içerisindeyiz yada bilgisayar oyunlarının üzerine bir şeyler anlatan bir alternatif gelecek bilim-kurgusundayız. Film, içerdiği hemen her şeyi -zaman, mekan, alet-ekipman, özellikle öykü- bilim-kurgu filmiyle bilgisayar oyunu arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmak için kullanıyor. Ve bu bulanıklık öyle bir seviyeye ulaşıyor ki ayırt etmek olanaksızlaşıyor. Buna benzer ufak tefek numaraları başka filmlerde de görebiliriz belki ama bu seviyede oluşu gerçekten şaşırtıcı. Karakterlerimiz de bu konu üzerine uzun uzun konuşup yorum yapıyorlar. Oyundan çıktıklarında Pikul gerçek hayatta olup olmadığına emin değil ki, bu ciddi bir gerilim kaynağı teşkil ediyor. Gerçek hayattaki kişilikleriyle oyun içerisindeki karakterlerini karşılaştırıp bazı şeyleri anlamaya çalışıyorlar.
Bu özenle şekillendirilip ortaya çıkarılmış bir tercih ve eXistenZ’i bir başyapıt yapmaya yetiyor. Film içinde oyun, oyun içinde film durumunun son noktasındayız. Aynı zamanda sinemanın bilgisayar oyunlarını, bilgisayar oyunlarının da sinemayı etkilemesinin (beslemesinin) son noktası.
Diğer bir tercih kahramanlarımızın Cronenberg’in kurduğu ve bize sunduğu dünyanın düşmanlarının içinden seçilmesi. Biz film boyunca onları diğer tarafta görüp izliyoruz. Aslında bu dünyayı yıkmaya çalışan kişiler onlar. Gerçeklik yanlıları. Yani filmin sonunda film mi bitti yoksa oyun mu bitti yada hala oyunun içinde miyiz sorusuna cevap aramıyorsanız durum bu. Sunduğu alternatif dünyanın gerçekten varolması durumunda muhakkak birilerinin bunu yıkmak isteyeceğini ve belki de başaracağını düşünüyor Cronenberg. Buradan da bize sunduğu dünyanın ve teknolojinin karşısında olduğunu varsayabiliriz onun. Kendisiyle yapılan röportajlarda bu doğrultuda konuşmasa da.
Karakterlerimizden daha çok Law’un canlandırdığı Pikul’ya yakınız. Kahramanımız o. Leigh’in canlandırdığı Allegra karakteri de her ne kadar “esas kız" olarak sunuluyorsa da, merkezde ve Pikul’yla yan yana olsa da olayların kötüye gitmesinden hoşnut olduğunu ya da belki de olayları bir şekilde onun kötüye götürdüğünü hissetmiş olabilirsiniz. Oyunun tasarımcısı olduğu için oyununu test ediyor ve Pikul’da onun bir çeşit denek’i oluyor sanki. İşler sarpa sardıkça heyecan artıyor ve bu da daha iyi bir oyun anlamına geliyor. Haliyle Allegra bundan haz duyuyor. Ayrıca Pikul’ya bioport takmak (ya da açmak ?) için benzin istasyonuna gittiklerinde Allegra’nın dışarıya çıkıp sağa sola dokunduğunu sanki bir şeyleri hissetmeye çalıştığını görüyoruz. Yani oyunun gerçekliğini (başarısını) bir şekilde test ettiğini. En başından beri oyunda mıyız filmde mi sorusunu soranlara inceden bir ipucu sunmadan durmuyor Cronenberg.
eXistenZ’i bir arkadaşıma özellikle izletmiştim ki bu dostum, oyunla üzerine bayağı bir kültür sahibi biriydi. Çünkü öyle sanıyorum ki filme bir sinemasever kadar kaçınılmaz olarak bir “pc oyunusever” gözüyle de bakmak gerekliydi. Bu açıdan bakılınca da eXistenZ, oyunların genel prensip, dinamik ve yapılarını çok iyi bir biçimde özetliyor. Oyun karakterleri, anahtar kelimeler, uğranan durak ve mekânların önemi/varlık sebebi üzerine kısa ama açıklayıcı açıklamalar sunuyor.
Oyundan son çıkışta oyunculardan birinin söylediği bir şey de çok dikkat çekici. Ömür boyu oynasak 500 yıl yaşamak mümkün gibi bir şey diyor. Film boyunca izlediğimiz oyun için sadece 20 dk. bağlı kalmışlar. Buna ek olarak Defoe’nun canlandırdığı karakterde karşısındaki kadının Allegra olduğunu fark edince ayaklarına kapanıyor. Hayatımı değiştirdin diyor. (Her ne kadar daha sonra onu öldürmeye kalkışsa da...) Buradan oyunların birer oyun olmaktan çıkıp düpedüz sanal bir dünya olmaya adım atıldığı çok açık.. Yada bize başka filmlerde sunulan sanal dünyaların bir oyundan yola çıkılarak oluşturulduğunu.
Ve bence eXistenZ’in en önemli tarafı, esas farklılık yarattığı, benzersizlik teşkil ettiği taraf şu:
Bilgisayar oyunlarının gen teknolojisiyle kaynaştırılarak sunulması ki bu hamle, görünenden çok daha büyük bir faklılık teşkil ediyor. Genetik biliminin çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmış canlı materyallerle oynuyoruz oyunumuzu. Vücudumuza açılan bir delikle ve göbek bağı benzeri bir kabloyla oyuna dahil oluyoruz. Cronenberg’in her zamanki takıntısı olan insan bedeni bu filmde ayrı bir önem kazanıyor. Anlımıza yada şakaklarımıza tutturulan vantuzlarla yada başımıza geçirdiğimiz bir kaskla da oyuna dahil olabiliriz. Ama hayır, Cronenberg illa bizi bedensel olarak oyuna bağlıyor.
Şüphesiz makineleşme, bilgisayar teknolojileri ve bilgisayar oyunları üzerine yapılan filmler birçok ortak yan barındırır. Hemen hepsi birer siberpunktır ve siberpunk alttüründe her zaman karşılaşılan imgelerden biri insanın makineleşmesi, etle metalin kaynaşmasıdır. Ve hemen her siberpunk örneğinde kablolar, devreler, monitörler, hemen her türlü metal alet/ekipman vs…. yani bir elektronik hakimiyeti ve gözden kaçmayacak metal fetişizmi vardır. Bir de eXistenZ’e bakın…. Filmde metal kullanımı yok denecek kadar az. Filmin başındaki kilise, oyuna girdikleri ev, Çin lokantası… Hepsi ahşap. Ben bu kadar ahşap yapım tasarımına sahip bilimkurgu hatırlamıyorum. İşte eXistenZ ve gen teknolojisi, insanı makineleştirmeden çok, makineyi gen teknolojisi vasıtasıyla organikleştiriyor. Bu öylesine bir farklılık ki alttürün içinde başlı başına bir ayrıcalık oluşturuyor. Oyun podları tamamen organikler, bunu ötesinde “canlı”lar. Ve bu hamle de etten var olmuş insanı, teknolojiyle kaynaştırmak konusunda benzersiz bir kolaylık sağlıyor. Pikul’un lokantada yediği iğrenç yaratıkların kemiklerini bir silaha dönüştürmesi, silahın mermisi olarak bir diş kullanması, kabloların göbek bağı benzeri yapılara benzemesi ve Allegranın, kendi oyun pod’una yavrusuymuş gibi şefkat ve sevgiyle yaklaşması (neticede onu dünyaya getiren kendisi) bambaşka bir teknoloji/insan kaynaşması sunuyor. Mide kaldırıcılıkta biraz buradan geliyor zaten. İnsanın makineleşmesi, insanın içini acıtan, (Tetsuo’yu görenler ne demek istediği anlayacaktır) soğuk bir imgeleme sunarken (siberpunklar genelde soğuk görselliğe sahiptir) eXistenZ bunu bambaşka bir hisse taşıyor. Ki filmin görüntü yönetimi de sıcak tonlara sahip. Ama bu yapı da, başka mevcutlar yoluyla kabullenilemez gibi görünmekten geri kalmıyor.
Eh, şu ana kadar yazdıklarım birer övgü niteliğinde tabii ki ama ne yazık ki film, her Cronenberg filminin takıldığı soruna tekrar takılıyor. Bunu söylemek bu kadar yaratıcı, bu kadar faklı, yeni fikirlerin teleskopla arandığı bir dünyada elmas gibi parlayan bir film için çok rahatsız edici ama göz önünde.
Olanların, karakterlerin resmedilişi son derece “sıkıcı”. Anların hissi, yine hemen her Cronenberg filminde olduğu gibi Howard Shore’un maharetine dayandırılıyor. Kamera yönetiminden bir duygu almak, bir kasıt görmek çok güç. Birçok sinemasever bu tercihi takdir ediyor, bunu biliyorum. Kendilerince haklılar ama dediğim gibi ben biraz görsellik beklentisi yüksek bir sinemasever olduğum için hikayedeki mevcut duyguların, sinemasallaştırılması gerektiğini, hissetmemizin istendiği duyguları başka sanatlardan sinema sanatına sızmış silahlarla verilmesini biraz kolaycılık yada nasıl desem… yetersizlik olarak görüyorum. Duyguyu, kast edileni kameranın yüklenmesini bekliyorum ve bu beklentimi de hiçbir zaman Cronenberg’ten göremiyorum, senaryoları buna sağlam bir altyapı oluşturuyor olmasına rağmen. Yani gerilim içinde kaçmaya çalışan iki kişiyi sabit kamera, genel plan kaydetmek bana göre biraz duygusuz yaklaşım oluyor. Orada bir gerilim, bir kıstırılmışlık, bir sürükleyicilik var ama kamera öyle düşünmüyor. Bu duygular gayet normal, gayet rastlanır, her zaman ortalıkta dolaşır hislermiş gibi davranıyor izleyicisine. Ve bu durumda anlam metnin içinden çıkıyor, kameradan değil. “Sürükleyici” olarak değerlendirilen filmler , sıkı örülmüş hikayeleri dışında çoğu zaman dinamik kurgu ve hareketli kamera tercihleriyle bu sıfatı hak ederler. eXistenZ’te de kötüye giden bir yapı söz konusu. Giderek gerçeklikten kopan, gerçekle sahteyi ayırt edemeyen bir karakterin iç gerilimini ana hat olarak kullanan bir film. Zaten sadece repliklerle bize iletilen hikaye ayrıntıları, bu durağan yönetimle de birleşimce sadece fonda var olan bir öyküyle karşı karşıya kalıyoruz.
Birde şöyle bir nokta var. Bence eXistenZ’in senaryosu aslında bir bağımsız film senaryosu değil. Gayet “dev bir prodüksiyon” senaryosu karşımızdaki. Gerçek hayat gerçekliğinde bir gerçeklik sunan bir oyun teknolojisi, bu oyunun insanlığı etkileyişi, sanallık/yapaylık karşıtları, dev şirketler, suikastçılar, ajanlar, içinde bir aşkın “yeşerdiği” (tabii ki öyle değil, ne iyi…) macera dolu kaçış öyküsü. Böyle şekillendirilmiş bir hikayeyi tercih edeceğim düşünülmesin, (hatta Allah korusun) ortaya çıkacak filmin eXistenZ’ten kötü olacağı yüksek bir olasılık ama filmin mevcut hali de, içerdikleri için küçük kalıyor. Filmde, adı ve etkisi görmezden gelinemeyecek kadar önemli olan birçok şey ortada yok. Şirketler, ajanlar…. Yani oyundaki her şeyin çıkış noktası sanallık/gerçeklik ayrımı ve şirket çatışması ama taraflar hakkında hiçbir bilgi yok. Dünyanın en iyi oyun tasarımcısının, yarı Tanrı Allegra’nın elinden gelen bu mu?
Yani… genel olarak değerlendirecek olursak, Cronenberg sinemasının genel özeliklerini barındıran bir film eXistenZ. Filmografisinde üst sıralarda yer aldığını düşünüyorum. Benzersiz, yaratıcı, düşündürücü ve rahatsız edici. Bu rahatsız edicilik, yine yönetmenin birçok filmi için söylenebileceği gibi pozitif bir rahatsız edicilik. Ama görsel sergileme ne yazık ki hikayeyi, hikaye yapısı destekleyecek kadar zengin değil.
Saygılar, iyi seyirler….
Sinemada doğallık-pürüzsüzlük üzerine....
Sinemaseverlerin -artık- ezberlediği bir hikayeleme tekniği vardır: Önceden bir ip ucu verirsiniz, sonradan o ipucu hikayenin düğüm noktasını oluşturur. Ya da benzeri, önceden bir kişi hakkında bir bilgi verirsiniz, sonra o ayrıntı hayat kurtarır. Bu teknik o kadar çok kullanılmıştır ki, filmin ilk 10-20 dakikasında sonradan nelerin olacağına dair ipucu yakalamak gereklilik haline gelmiştir. Hangi ayrıntının doruk teşkil edeceği üzerine iddialaşmalar yaşanır.
Bu tekniğin kullanımı, sinemacıların uyması gereken bir kural sebebiyle daha da belirginleşmiştir: “Önemi olmayan, gereksiz ayrıntıları çıkar”. Buna göre, eğer kadının polen alerjisi bir hayat kurtaracaksa mutlaka belirtilir ama varolan başka hiçbir ona has yada garip özelliği belirtilmez. Bizlerde, neyin hayat kurtaracağını tahmin, böyle küçük bir ayrıntı gözümüze sokulduğuna göre kesin bir işe yarayacaktır diye seyridevam ederiz. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi ekonomiktir. Daha fazla süre, film, malzeme daha fazla maliyet demektir. İkincisi her şeyin kolay anlaşılır olması, izleyicinin kafasının karıştırılmaması istenir. Yukarıda belirttiğimiz gibi önceden bir ipucu verme tekniği çok fazla kullanılmıştır ve izleyici artık her ayrıntıdan bir beklenti gözetmektedir. Bunu engellemek için sinemacılarda mümkün olduğunca ayrıntıları törpülemiş, neredeyse sıfıra indirmiştir. Hikayenin sonuca ulaşmasında bir etkisi olmayan hiçbir karakter, özellik, olay, perdeye yansıtılmaz.
Bu durum filmlerde, ‘mekaniklik’ diye isimlendirilebilecek yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Her şey bir saatin içi gibidir. Birbirine bağlı onlarca, yüzlerce dişli. Söylenen, yapılan, orada duran herşey bir amaca hizmet etmek için vardır. Dekor dışında bir devinim arz eden herşey. Hatta bazen dekorun bir parçası bile bir dişlidir. Bir amaca hizmet eder.
Filmlerdeki bu mekanik rahatsız edici boyuta ulaşmaktadır. Artık filmlerin büyük çoğunluğunda, karakterler tamamen hikayeye bağlı hareket ediyorlar. Sanki filmin dışında, bizim gördüğümüz parçaların dışında hiç yaşamları yokmuş gibi. Birinin istediği noktaya ulaşmak için (izleyenleri etkilemek isteyen yönetmenin, hatta yapımcının) kullandığı araç halini alıyorlar. Birer kukla oluyorlar. Ve tüm inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Çünkü hayatta herşey bir amaca hizmet etmez. Herşeyin altından başka bir şey çıkmaz.
Tabii ki farkındayız ki, sinema filmleri ise her zaman gündelik yaşamın içerisinde süregitmez. Bilim-kurgular ve fantastik filmler, zaten türleri gereği farklı dünyaların içerisinde gelişen hikayeler anlatır. Bizim dünyamızda meydana gelen olayları içerik edinen filmler bile çoğu zaman kendi dünyalarını kurmuşlardır ki (bunu, biz izleyicilere çaktırmamaya çalışanlar çoğunluktadır) karakterler kendi dünyalarının içerisinde hareket ederler. Olaylar o dünyanın kuralları dahilinde gelişir. Ve bir izleyiciler bunu çoktan kabul etmişizdir. Buna rağmen ortaya çıkarılan pürüzsüzlük, kabul sınırlarınızın da ötesine geçmektedir.
Örneğin Bond bildiğimiz dünyanın bir insanıdır. Yani X insanlar gibi birer mutant, süpermen gibi bir uzaylı yada hulk gibi radyasyon mağduru biri değildir. Hepimizle aynı kromozomları taşıyan biridir. Ama içerdiği, yaptığı hemen hiç bir şey bu dünyaya ait değildir. Bir boksör kadar dövüşebilen, bir komando kadar savaşabilen, Don Juan gibi de sevişebilen biridir. Fizik, kimya, coğrafya, tarih, felsefe ve daha birçok konuda bilgi sahibidir. Her türlü silah, araç, alet-ekipmanı çok iyi derecede kullanabilir, üzerine yapılarını ve çalışma sistemlerini falanda bilir. 20 yaşındaymış gibi çevik ve hareketlidir. 70 yaşındaymış gibi de bilgi ve tecrübe sahibidir. Her yerden atlar, her yere sıçrar, herkesi döver, asla pot kırmaz-açık vermez, herkesle başa çıkabilir. Laflarıyla da, yumruklarıyla da.
Bu adam New York’ta, Moskova’da, Londra’da, Rio’da, Kahire’de, İstanbul’da gezer. Herkesin girip çıktığı mekanlara girip çıkar. Bu dünyada yaşar ama bu dünyanın kuraları onun için geçerli değildir. Mesela Bond asla soğuk algınlığı geçirmez. Burnu akmaz. Başı ağrımaz. Yanlışlıkla bir bardak kırmaz. Telefonunu yada anahtarını evde unutmaz. Uykusuzluk çekmez, ayağını bir yere takıp sendelemez. Bindiği bir otomobilin sileceklerinin nereden çalıştığını bulamadığı olmaz vs. vs.
Filmin bir kısmında bir sürü alet ekipmanla tanışırız, sonra o aletin nerede kullanılacağını bekleriz. Bir kadın görürüz ortalıkta süzülen. Ne zaman sevişeceklerini hesaplarız. Bond olayı çözmeden önce bir sevişme seansı olacaktır kesin. Çözüldükten sonrada bir sonraki maceranın güzeliyle tanışana kadar o kadın -sevişme görevlisi- görevini sürdürecektir.
A’dan Z’ye suni, inandırıcılıktan uzak, yapay filmlerdir her biri. Saçmalıklar demetidir.
Bond filmleri bizim dünyamızda meydana gelen olaylar anlatır ama o olayların bu dünyada meydana gelmesi mümkün değildir. James Bond filmleri, doğallıktan ışık yılları kadar uzak, pürüzsüz filmlerdir. Ve bu pürüzsüzlüğün hiçbir açıklaması, inandırıcı tarafı yoktur. Birçok sinemasever bu konuda benzer yorumu yapar: Bond’u Bond yapan da budur zaten. (Ve gerçekten son Bond Daniel Craigh’in bir fark yaratabildiği ve Casino Royal’in de bu handikaptan bir ölçüde kurtulabildiği kanaatindeyim)
Ama belirttiğimiz gibi insan hayatında birçok şey vardır ki, özel bir amaçla yapılmaz. Mutlaka bir anlama gelmez. Gizli yada açık bir mesaj taşımaz.
Bu noktada Haluk Bilginer’in hatırladığım bir sözünü aktarmak istiyorum. Tiyatro için söylüyor muhakkak ama benim sinema için belirttiklerimle denk düşüyor: “Sahnede oyuncular, aktörler değil, insanlar görmek istiyorum”
Artık perdede insanları değil aktörleri seyrediyoruz. Yazarlar, yönetmenler hoşlanacağımızı düşündükleri tipleri yaratıyorlar ve oyunculara oynatıyorlar.
Yaşanmış, yaşanacak yada yaşanmakta olan şeyler değil, asla yaşanmamış ve yaşanmayacak olan olayları izliyoruz.
Belirttiğimiz pürüzsüzlükten farklı şekillerde kurtulabilmiş bir dizi örnek vermek istiyorum.
Cehennem Silahı’nda Martin Riggs perdede göründüğü hemen ilk birkaç sahnede nasıl biri olduğunu belli eder. Ama yönetmen Donner, filmin ilerleyen dakikalarında da karakterini tanıtmak gibi bir yükümlülüğü olmamasına rağmen her türlü çılgınlığı, serseriliği yapmasına izin verir. Hikayeye hiç hizmet etmeyen ayrıntılar barındırır film. Ama doğal olan budur. Martın Riggs öyle biridir ve o hareketlerde bulunması normaldir. Ve yönetmende onu olduğu gibi kabul etmiş, kendini sergilemesine fırsat tanımıştır. Filmin eğlence kaynağı olarak kullanmıştır belki ama hikayenin gelişmesi ve planlanan sona varması için onun bu özelliğini kullanmayarak bir kukla olmaktan kurtarmıştır.
Aksi –istenmeyen- durum şöyle olabilirdi: Riggs iyi bir polistir ama fazla serseri ruhlu olması sebebiyle sevgilisini/karısını/bir dostunu kaybeder. Bu durumda Riggs’in o özelliği (ve haliyle Riggs’in kendisi) hikayenin istenen sona ulaşması için bir alet haline gelir. Ama Donner bu hataya düşülmemiştir ve baş karakterini yaşayan biri haline getirmiştir. Bu sayede o karakter bize çok inandırıcı gelir. Sadece hikayenin istenen noktaya ulaşması amacıyla yaratıldığı düşüncesi aklımıza gelmez. Riggs filmin içerisindedir ama hikayenin içerisine değildir. Filmde bizim dünyamızda geçtiğine ve belirgin bir tezat içermediğine göre... (Riggs belki yüksek bir yerlerden atlıyor ama en azından uçamıyor)
Se7en’da Brad Pitt’in canlandırdığı Mills, sabah kalkar, karısı yataktadır. Gayet paspal bir hali vardır. Ayağını yanlışlıkla bir yerlere çarpar. İlk cinayeti incelerlerken Mills “bunun cinayet olduğunu kim söylemiş?” der. Somerset’te normalde onun fikirlerini önemsemediği halde sanki söylediklerini dinlemek istermiş gibi davranır. Ama iki dakika sonra sessiz olması için onu uyarır. Hatta polisleri çağırmasını isteyerek dışarı çıkmasını ister. Katilin evine girdiklerinde çevreyi incelerken Mills’in kullandığı el feneri birkaç kez söner. Somerset merkezde olayı açıklarken telefon çalar, binbaşı cevap verir ve konuya devam edilir. Göğüslerini traş ederlerken Mills Somerset’e bir şey söyleyecek olur, vazgeçer. Bu ayrıntıların hiç biri hikayenin gelişimine katkı yapmaz. Başka birçok filmde bir mesaj verme, birşeylere vurgu yapma amacı ile kullanılabilecek ayrıntılar, hatta sonucu etkilemesi mümkün olan şeyler (evde katille çatışırlar, masadaki el feneri kendiliğinden yanar, katili aydınlatır, Mills’te onu bunun sayesinde öldürür falan gibi, diğer ayrıntılara da benzer anlamlar yükleyebiliriz, abartılı gibi görünüyor ama buna benzer şeylere birçok filmde rastlıyoruz) burada günlük doğal hareket, tavır ve aksaklıklar şeklindedir. Ayağını çarpması, elindeki fenerin sönmesi, (özellikle evin sallanması) Mills’in yaşamının sağlam temeller üzerine oturmamış olduğunu hissettirmeye çalışan, onun zayıf biri olduğunu simgeleyen şeyler olabilir. Ama tüm bu hareketler sekanslara öylesine bir doğallıkla serpiştirilmiştir ki filme ve karakterlere fark ettirmeden inanılmaz bir doğallık katar.
Fargo’da bayan dedektifimiz gayet soğukkanlı, yeterince –işini yapabilecek kadar- zeki, doğal ve gayet sıradan davranan biridir. İşini yapmaktadır o kadar. İlk cinayetleri haber alıp olay yerine gittiğinde, öldürülmüş iki kişiyi ve olayı incelerken hiçte etkilenmiş, korkmuş gibi bir tavır sergilemez. Kahve içmektedir, kahvaltıdan falan söz eder. Ve öylesine iyimser Amerikan vatandaşı havası taşımaktadır ki, konuştuğu yada bilgi almaya çalıştığı herkese, ondan bir kötülük, yasa dışı bir davranış beklemiyormuş gibi davranır. Tüm bu özellikler zaten tercih edilecek seçenekler değildir. (Hamile olmasını hiç saymıyorum). Ve dedektifimizin öyle biri olması hikayeye bir şey katmaz. Hatta çıkarması bile beklenebilir. Katilleri bulacak kadar işini yapabilen, kadın yada erkek başka biri de olsa olay çözülebilir.
Buna ek olarak filmde hikayeye hiçbir katkısı olmayan bir yan hikaye vardır. Kadın eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Adam biraz yakın davranmaya çalışır ama kadın ret eder. Dedektifimizin kocasına sadık bir kadın olduğunu gösterir bu yan hikaye. Ana hikayeye hiçbir katkısı yoktur, karakterimize kattığı bir şey varsa da bunun hikayeyle bir alakası yoktur.
Peki neden bu özelliklere sahip biri yaratılmış ve o iki katilin peşine gönderilmiştir? Neden filmin anlattığı hikayeyle ve baş karakterin kim olduğuyla alakası olmayan bir yan hikaye filme eklenmiştir?
Filmlerde karakterlerin sergiledikleri birçok davranış, hareket, tavır, yaptıkları bir çok şey bir amaca hizmet eder belki. Olabilir, mümkündür. Ama yaptıkları şeyler ne zaman sadece hikayenin bir parçası olur, doğallık o noktada son bulur ve gerçek hayatta asla var olamayacak bir durum olan pürüzsüzlük -James Bond- devreye girer.
Bahis ettiğim doğallık sağlayıcıları, bazen gün içerisindeki olağan şeyler, tavırlar, davranışlar, ufak tefek aksaklıklardır. Se7en’daki gibi. Bazen bir karakterin hikayenin boyunduruğundan çıkarılarak rahat davranmasına izin verilmesidir. Cehennem Silahındaki gibi. Bazen de bir karakterin alenen filmin dışında da yaşadığını gösteren -ve filme dahil edilen- bir yan hikayedir. Fargo’daki gibi.
Burada bahis ettiğim doğallık-pürüzsüzlük ikilemi tüm film türleri için geçerlidir. Çünkü gün içerisinde yapılan sıradan şeyler, aynı anda meydana gelen hikayeler, kişisel özellikleri doğrultusunda hareket eden karakterler zamanın her diliminde, evrenin herhangi bir yerinde mevcut olabilir. Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde Hobbit’lerin neredeyse tüm beslenme, eğlence alışkanlıklarına şahit oluruz. Hobbitler arası ilişkileri inceleme fırsatımız olur. Bunlar –en azından bu derecede oluşu- hikayeye hizmet etmez. Ama Jackson hiç acele etmeden onların tüm yaşamlarını gözler önüne serer.
Bazen doğallık ve pürüzsüzlük farklı amaçlara hizmet edebilir. Kasten doğallık dışı davranışlar sergilenebilir, ortamlar yaratılabilir ve bunlar bazı amaçlara hizmet edebilir. 2001 Uzay Macerası’nda olduğu gibi.
Aydaki bilinmeyen cismi incelemeye giden grup, yolculuk sırasında gemide bir sohbet icra ederler. Oradaki tavırlar gayet yapay, sıkıcı, formalite icabı denebilecek formdadır. Hikayeye hiçbir katkıları yoktur. Ama, zaten amacı budur o sahnenin. Hikayeye değil atmosfere hizmet eden bir ayrıntıdır. Gelecekte o ortamda insan arası ilişkilerin nasıl olacağı üzerine bir yorumdur. Duygusuz, yapay ve sıkıcı olacağını düşünmektedir Kubrick.
Filmde gayet kusursuz, pürüzsüz, mükemmel birçok şey vardır. Uzay gemileri, istasyonlar, kullanılan teknoloji, insanların görünüşleri, işlerini yapışları mükemmeldir. Gereksiz, yanlış, olmaması gereken hiçbir şey yoktur. Bulunulan ortamlar tamamen doğal dünyadan steril, kusursuz yerlerdir. Ancak bahis ettiğimiz yerler uzay istasyonları yada uzay gemileri olduğu için, bu sterillik ve kusursuzluk film içerisinde doğal bir durumdur. Başka film ve ortamlar için –doğallık dışı olacağı için- pürüz teşkil edecek olan yapım tasarımı, bu filmde doğal alanları meydana getirmiştir.
Ve başka filmlerde, -ve tabii ki gerçek hayatta- bolca rastlayacağımız ve varlığını doğal karşılayacağımız sıkıcı konuşmalar, nezaket ifadeleri, hikaye gelişimi bağlamında anlamsız diyaloglar burada o mükemmel ortama bir pürüz, doğallık dışı bir durum teşkil eder. Gerçek hayatta insanlar gereksiz yere konuşur, anlamı olmayan sözler sarf eder ve bunlar doğal hareketlerdir. Olağan şeylerdir. Birçok filmde karakterlerin izleyicilere tanıtılması, hikayeye hizmet etmeyen sohbetler sayesinde sağlanır.
Burada ise doğallık=pürüzsüzlüktür. Bundan dolayı her zaman doğal karşıladığımız sıkıcı konuşmalar, filmin dahilinde doğallık dışı hareketlerdir. Ve bu bahis ettiğimiz tezat yaratıcı durum bir tercihtir.
Doğallık konusunda kriter alınması gerektiğini düşündüğüm filmse Yatak Odasında (In The Bedroom). Filmin her anından, her sahnesinden, her karakterinden, her mekanından doğallık, rahatlık akmaktadır. Açacak olursak.
Öncelikle olaylara sakince, sabırla bakmamız gerektiğini düşündüren yönetim bizi sakinleştirir. (Hatta itiraf etmeliyim ki filmin ilk sahnelerinde kendini gösteren bu durağan yönetim sıkıcı bir film seyredeceğimi hissettirmişti bana) Hızlı kamera hareketleri, göz alıcı açılar, objektif oyunları yoktur. Bunun sayesinde film, izleyicisine bir mahalle sakini muamelesi yapar.
İkincisi oyuncu seçimi ve oyunculuklar çok iyidir. Filmdeki hiçbir karakter çok güzel-çirkin, çok güçlü-zayıf yada çok iyi-kötü değildir. Çünkü gerçek hayatta karşılaşacağımız insanların (belki binde biri hariç) hiçbiri çok; iyi-kötü/güzel-çirkin/güçlü-zayıf değildir ki.
Oyunculuklar abartısız ve durağandır. Özellikle Spacek ve Wilkinson’ın, oğlunu kaybeden anne ve babayı başarıyla oynadıklarını iki kritere dikkat çekerek açıklamak istiyorum. Birincisi dikkat edilirse bu karı-koca fazla dışavurumcu kişiler değillerdir. Sakin, ağırbaşlı insanlardır. (İki oyuncu da, yazar ve yönetmenin başarıyla yarattıkları bu karakterleri aynı başarıyla tanıyıp özümsediklerini her an fark edebilirsiniz) Oğullarını kaybetmeden önce tanırız onları ve bu özelliklerini. Çok büyük yıkımlar yaşasalar da sağa sola saldıracak, köprülere çıkıp kameraları çağıracak, silahı eline alıp bir yollara düşecek tipler değillerdir. Bundan dolayı buradaki abartısız oyunculuk, karakterleri tanıtma açısından mükemmel bir tercihtir. Bu tercihin imkan verdiği diğer kriterse şudur; tabii ki o insanlarda bağırıp çağırabilirler, kızabilirler, zorlansalar da silaha ihtiyaç duyabilirler. Ama bunu yaparken bizim görmeye alışkın olduğumuz tavır, davranış ve görünümde olmazlar. Anne babanın oğullarının ölümü üzerine gösterdikleri tepkiler, davranışlar bize ‘az’ gelir sanki. Fazla üzülmemiş yada fazla önemsememişler gibidir. Ki eşler arasında bu konu edilir ve tartışma sebebi yaratır. Çünkü her zaman gördüğümüz, birçok insandan beklediğimiz abartılı davranışları göremeyiz. Alkolik olmazlar, her gün ağlayıp karanlık odalara kapanmazlar. Onların bunları yapmaması tabii ki herkesten daha az üzüldüklerini göstermez. Bunu sağlayansa abartısız oyunculuklar sayesinde bize sunulan karakter profilleridir.
Gerçekten hayatta dayanılması zor yıkımlar yaşadığı halde çok büyük değişiklikler yaşamayacak olan insanlar vardır. İşte karakterlerimiz böyle kişilerdir. Yaşanan abartılı olay ve tavırların biz izleyicileri etkileyeceği düşünüldüğü için filmdeki karakterlerimiz gibi sakin insanların hikayeleri anlatılmamıştır yıllarca. Biz bekleriz ki –daha dorusu birileri böyle olduğunu düşünüyor-, karıncayı bile incitmeyecek babamızın süt dökmüş kedi oğlu ölecek ve adam çıldıracak, delirecek yada intihar edecek. Yada oğlunu serserinin biri öldürecek. Babamız hiç vakit kaybetmeden silahı eline alacak ve en gösterişli, karizmatik biçimde intikamını alacak. Bizde ‘eline sağlık’ diyeceğiz. Dünyada bunları yapmayacak olan insanlarda var.
(Filmi görmediyseniz diğer paragrafa geçiniz) Buna ek olarak; evet, yapmayacaklarını belirttiğim şeyleri yapıyor karakterlerimiz. Ağlıyor, içki içiyor, birbirlerine bağırıp çağırıyorlar. Babamız eline silah alıyor ve oğlunun katilini öldürüyor. İşte In the Bedroom’un başarısı, etkileyiciliği burada. Karakterlerimizin başka insanların yapacağı şeyleri yapamayacak kişiler olduğunu gösteriyor. Bizi buna inandırıyor. Ama onların bile bunu yapabilmesi, defalarca izlediğimiz hikayeyi çok daha etkileyici hale getiriyor. Çünkü o karakterler, daha önce perdede fazla görmediğimiz kişiler oldukları için ilginç, herkesin yaptıklarını yapamayacak kişiler oldukları için farklı ve böyle oldukları halde, ellerine silah, yüzlerine isyan yakışmadığı halde bunları yapabildikleri için ilgiye değer –den öte- hale geliyorlar.
İster kullanılacak yan hikayelerle, ister hikayeye katkı yapmayan yan karakterlerle, ister gün içerisinde sergilenebilecek doğal hareket/tavır/aksaklıklarla isterse de belirtmediğimiz başka bir yolla olsun, bir filmin mümkün olduğu kadar doğal, gerçek olması ve bu şekilde içerdiklerini inandırıcı kılması şarttır. Görsel inandırıcılık eksiği, nasıl günümüz teknolojisinin vardığı nokta göz önüne alındığında yeriliyorsa, belirttiğimiz pürüzsüzlükte, sinema sanatının/sektörünün bünyesine katmadığı “şey” kalmadığı gerçeğiyle vardığı nokta bağlamında kabul edilemez/edilmemektedir.
Bu tekniğin kullanımı, sinemacıların uyması gereken bir kural sebebiyle daha da belirginleşmiştir: “Önemi olmayan, gereksiz ayrıntıları çıkar”. Buna göre, eğer kadının polen alerjisi bir hayat kurtaracaksa mutlaka belirtilir ama varolan başka hiçbir ona has yada garip özelliği belirtilmez. Bizlerde, neyin hayat kurtaracağını tahmin, böyle küçük bir ayrıntı gözümüze sokulduğuna göre kesin bir işe yarayacaktır diye seyridevam ederiz. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi ekonomiktir. Daha fazla süre, film, malzeme daha fazla maliyet demektir. İkincisi her şeyin kolay anlaşılır olması, izleyicinin kafasının karıştırılmaması istenir. Yukarıda belirttiğimiz gibi önceden bir ipucu verme tekniği çok fazla kullanılmıştır ve izleyici artık her ayrıntıdan bir beklenti gözetmektedir. Bunu engellemek için sinemacılarda mümkün olduğunca ayrıntıları törpülemiş, neredeyse sıfıra indirmiştir. Hikayenin sonuca ulaşmasında bir etkisi olmayan hiçbir karakter, özellik, olay, perdeye yansıtılmaz.
Bu durum filmlerde, ‘mekaniklik’ diye isimlendirilebilecek yapıyı ortaya çıkarmaktadır. Her şey bir saatin içi gibidir. Birbirine bağlı onlarca, yüzlerce dişli. Söylenen, yapılan, orada duran herşey bir amaca hizmet etmek için vardır. Dekor dışında bir devinim arz eden herşey. Hatta bazen dekorun bir parçası bile bir dişlidir. Bir amaca hizmet eder.
Filmlerdeki bu mekanik rahatsız edici boyuta ulaşmaktadır. Artık filmlerin büyük çoğunluğunda, karakterler tamamen hikayeye bağlı hareket ediyorlar. Sanki filmin dışında, bizim gördüğümüz parçaların dışında hiç yaşamları yokmuş gibi. Birinin istediği noktaya ulaşmak için (izleyenleri etkilemek isteyen yönetmenin, hatta yapımcının) kullandığı araç halini alıyorlar. Birer kukla oluyorlar. Ve tüm inandırıcılıklarını yitiriyorlar. Çünkü hayatta herşey bir amaca hizmet etmez. Herşeyin altından başka bir şey çıkmaz.
Tabii ki farkındayız ki, sinema filmleri ise her zaman gündelik yaşamın içerisinde süregitmez. Bilim-kurgular ve fantastik filmler, zaten türleri gereği farklı dünyaların içerisinde gelişen hikayeler anlatır. Bizim dünyamızda meydana gelen olayları içerik edinen filmler bile çoğu zaman kendi dünyalarını kurmuşlardır ki (bunu, biz izleyicilere çaktırmamaya çalışanlar çoğunluktadır) karakterler kendi dünyalarının içerisinde hareket ederler. Olaylar o dünyanın kuralları dahilinde gelişir. Ve bir izleyiciler bunu çoktan kabul etmişizdir. Buna rağmen ortaya çıkarılan pürüzsüzlük, kabul sınırlarınızın da ötesine geçmektedir.
Örneğin Bond bildiğimiz dünyanın bir insanıdır. Yani X insanlar gibi birer mutant, süpermen gibi bir uzaylı yada hulk gibi radyasyon mağduru biri değildir. Hepimizle aynı kromozomları taşıyan biridir. Ama içerdiği, yaptığı hemen hiç bir şey bu dünyaya ait değildir. Bir boksör kadar dövüşebilen, bir komando kadar savaşabilen, Don Juan gibi de sevişebilen biridir. Fizik, kimya, coğrafya, tarih, felsefe ve daha birçok konuda bilgi sahibidir. Her türlü silah, araç, alet-ekipmanı çok iyi derecede kullanabilir, üzerine yapılarını ve çalışma sistemlerini falanda bilir. 20 yaşındaymış gibi çevik ve hareketlidir. 70 yaşındaymış gibi de bilgi ve tecrübe sahibidir. Her yerden atlar, her yere sıçrar, herkesi döver, asla pot kırmaz-açık vermez, herkesle başa çıkabilir. Laflarıyla da, yumruklarıyla da.
Bu adam New York’ta, Moskova’da, Londra’da, Rio’da, Kahire’de, İstanbul’da gezer. Herkesin girip çıktığı mekanlara girip çıkar. Bu dünyada yaşar ama bu dünyanın kuraları onun için geçerli değildir. Mesela Bond asla soğuk algınlığı geçirmez. Burnu akmaz. Başı ağrımaz. Yanlışlıkla bir bardak kırmaz. Telefonunu yada anahtarını evde unutmaz. Uykusuzluk çekmez, ayağını bir yere takıp sendelemez. Bindiği bir otomobilin sileceklerinin nereden çalıştığını bulamadığı olmaz vs. vs.
Filmin bir kısmında bir sürü alet ekipmanla tanışırız, sonra o aletin nerede kullanılacağını bekleriz. Bir kadın görürüz ortalıkta süzülen. Ne zaman sevişeceklerini hesaplarız. Bond olayı çözmeden önce bir sevişme seansı olacaktır kesin. Çözüldükten sonrada bir sonraki maceranın güzeliyle tanışana kadar o kadın -sevişme görevlisi- görevini sürdürecektir.
A’dan Z’ye suni, inandırıcılıktan uzak, yapay filmlerdir her biri. Saçmalıklar demetidir.
Bond filmleri bizim dünyamızda meydana gelen olaylar anlatır ama o olayların bu dünyada meydana gelmesi mümkün değildir. James Bond filmleri, doğallıktan ışık yılları kadar uzak, pürüzsüz filmlerdir. Ve bu pürüzsüzlüğün hiçbir açıklaması, inandırıcı tarafı yoktur. Birçok sinemasever bu konuda benzer yorumu yapar: Bond’u Bond yapan da budur zaten. (Ve gerçekten son Bond Daniel Craigh’in bir fark yaratabildiği ve Casino Royal’in de bu handikaptan bir ölçüde kurtulabildiği kanaatindeyim)
Ama belirttiğimiz gibi insan hayatında birçok şey vardır ki, özel bir amaçla yapılmaz. Mutlaka bir anlama gelmez. Gizli yada açık bir mesaj taşımaz.
Bu noktada Haluk Bilginer’in hatırladığım bir sözünü aktarmak istiyorum. Tiyatro için söylüyor muhakkak ama benim sinema için belirttiklerimle denk düşüyor: “Sahnede oyuncular, aktörler değil, insanlar görmek istiyorum”
Artık perdede insanları değil aktörleri seyrediyoruz. Yazarlar, yönetmenler hoşlanacağımızı düşündükleri tipleri yaratıyorlar ve oyunculara oynatıyorlar.
Yaşanmış, yaşanacak yada yaşanmakta olan şeyler değil, asla yaşanmamış ve yaşanmayacak olan olayları izliyoruz.
Belirttiğimiz pürüzsüzlükten farklı şekillerde kurtulabilmiş bir dizi örnek vermek istiyorum.
Cehennem Silahı’nda Martin Riggs perdede göründüğü hemen ilk birkaç sahnede nasıl biri olduğunu belli eder. Ama yönetmen Donner, filmin ilerleyen dakikalarında da karakterini tanıtmak gibi bir yükümlülüğü olmamasına rağmen her türlü çılgınlığı, serseriliği yapmasına izin verir. Hikayeye hiç hizmet etmeyen ayrıntılar barındırır film. Ama doğal olan budur. Martın Riggs öyle biridir ve o hareketlerde bulunması normaldir. Ve yönetmende onu olduğu gibi kabul etmiş, kendini sergilemesine fırsat tanımıştır. Filmin eğlence kaynağı olarak kullanmıştır belki ama hikayenin gelişmesi ve planlanan sona varması için onun bu özelliğini kullanmayarak bir kukla olmaktan kurtarmıştır.
Aksi –istenmeyen- durum şöyle olabilirdi: Riggs iyi bir polistir ama fazla serseri ruhlu olması sebebiyle sevgilisini/karısını/bir dostunu kaybeder. Bu durumda Riggs’in o özelliği (ve haliyle Riggs’in kendisi) hikayenin istenen sona ulaşması için bir alet haline gelir. Ama Donner bu hataya düşülmemiştir ve baş karakterini yaşayan biri haline getirmiştir. Bu sayede o karakter bize çok inandırıcı gelir. Sadece hikayenin istenen noktaya ulaşması amacıyla yaratıldığı düşüncesi aklımıza gelmez. Riggs filmin içerisindedir ama hikayenin içerisine değildir. Filmde bizim dünyamızda geçtiğine ve belirgin bir tezat içermediğine göre... (Riggs belki yüksek bir yerlerden atlıyor ama en azından uçamıyor)
Se7en’da Brad Pitt’in canlandırdığı Mills, sabah kalkar, karısı yataktadır. Gayet paspal bir hali vardır. Ayağını yanlışlıkla bir yerlere çarpar. İlk cinayeti incelerlerken Mills “bunun cinayet olduğunu kim söylemiş?” der. Somerset’te normalde onun fikirlerini önemsemediği halde sanki söylediklerini dinlemek istermiş gibi davranır. Ama iki dakika sonra sessiz olması için onu uyarır. Hatta polisleri çağırmasını isteyerek dışarı çıkmasını ister. Katilin evine girdiklerinde çevreyi incelerken Mills’in kullandığı el feneri birkaç kez söner. Somerset merkezde olayı açıklarken telefon çalar, binbaşı cevap verir ve konuya devam edilir. Göğüslerini traş ederlerken Mills Somerset’e bir şey söyleyecek olur, vazgeçer. Bu ayrıntıların hiç biri hikayenin gelişimine katkı yapmaz. Başka birçok filmde bir mesaj verme, birşeylere vurgu yapma amacı ile kullanılabilecek ayrıntılar, hatta sonucu etkilemesi mümkün olan şeyler (evde katille çatışırlar, masadaki el feneri kendiliğinden yanar, katili aydınlatır, Mills’te onu bunun sayesinde öldürür falan gibi, diğer ayrıntılara da benzer anlamlar yükleyebiliriz, abartılı gibi görünüyor ama buna benzer şeylere birçok filmde rastlıyoruz) burada günlük doğal hareket, tavır ve aksaklıklar şeklindedir. Ayağını çarpması, elindeki fenerin sönmesi, (özellikle evin sallanması) Mills’in yaşamının sağlam temeller üzerine oturmamış olduğunu hissettirmeye çalışan, onun zayıf biri olduğunu simgeleyen şeyler olabilir. Ama tüm bu hareketler sekanslara öylesine bir doğallıkla serpiştirilmiştir ki filme ve karakterlere fark ettirmeden inanılmaz bir doğallık katar.
Fargo’da bayan dedektifimiz gayet soğukkanlı, yeterince –işini yapabilecek kadar- zeki, doğal ve gayet sıradan davranan biridir. İşini yapmaktadır o kadar. İlk cinayetleri haber alıp olay yerine gittiğinde, öldürülmüş iki kişiyi ve olayı incelerken hiçte etkilenmiş, korkmuş gibi bir tavır sergilemez. Kahve içmektedir, kahvaltıdan falan söz eder. Ve öylesine iyimser Amerikan vatandaşı havası taşımaktadır ki, konuştuğu yada bilgi almaya çalıştığı herkese, ondan bir kötülük, yasa dışı bir davranış beklemiyormuş gibi davranır. Tüm bu özellikler zaten tercih edilecek seçenekler değildir. (Hamile olmasını hiç saymıyorum). Ve dedektifimizin öyle biri olması hikayeye bir şey katmaz. Hatta çıkarması bile beklenebilir. Katilleri bulacak kadar işini yapabilen, kadın yada erkek başka biri de olsa olay çözülebilir.
Buna ek olarak filmde hikayeye hiçbir katkısı olmayan bir yan hikaye vardır. Kadın eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Adam biraz yakın davranmaya çalışır ama kadın ret eder. Dedektifimizin kocasına sadık bir kadın olduğunu gösterir bu yan hikaye. Ana hikayeye hiçbir katkısı yoktur, karakterimize kattığı bir şey varsa da bunun hikayeyle bir alakası yoktur.
Peki neden bu özelliklere sahip biri yaratılmış ve o iki katilin peşine gönderilmiştir? Neden filmin anlattığı hikayeyle ve baş karakterin kim olduğuyla alakası olmayan bir yan hikaye filme eklenmiştir?
Filmlerde karakterlerin sergiledikleri birçok davranış, hareket, tavır, yaptıkları bir çok şey bir amaca hizmet eder belki. Olabilir, mümkündür. Ama yaptıkları şeyler ne zaman sadece hikayenin bir parçası olur, doğallık o noktada son bulur ve gerçek hayatta asla var olamayacak bir durum olan pürüzsüzlük -James Bond- devreye girer.
Bahis ettiğim doğallık sağlayıcıları, bazen gün içerisindeki olağan şeyler, tavırlar, davranışlar, ufak tefek aksaklıklardır. Se7en’daki gibi. Bazen bir karakterin hikayenin boyunduruğundan çıkarılarak rahat davranmasına izin verilmesidir. Cehennem Silahındaki gibi. Bazen de bir karakterin alenen filmin dışında da yaşadığını gösteren -ve filme dahil edilen- bir yan hikayedir. Fargo’daki gibi.
Burada bahis ettiğim doğallık-pürüzsüzlük ikilemi tüm film türleri için geçerlidir. Çünkü gün içerisinde yapılan sıradan şeyler, aynı anda meydana gelen hikayeler, kişisel özellikleri doğrultusunda hareket eden karakterler zamanın her diliminde, evrenin herhangi bir yerinde mevcut olabilir. Örneğin Yüzüklerin Efendisi’nde Hobbit’lerin neredeyse tüm beslenme, eğlence alışkanlıklarına şahit oluruz. Hobbitler arası ilişkileri inceleme fırsatımız olur. Bunlar –en azından bu derecede oluşu- hikayeye hizmet etmez. Ama Jackson hiç acele etmeden onların tüm yaşamlarını gözler önüne serer.
Bazen doğallık ve pürüzsüzlük farklı amaçlara hizmet edebilir. Kasten doğallık dışı davranışlar sergilenebilir, ortamlar yaratılabilir ve bunlar bazı amaçlara hizmet edebilir. 2001 Uzay Macerası’nda olduğu gibi.
Aydaki bilinmeyen cismi incelemeye giden grup, yolculuk sırasında gemide bir sohbet icra ederler. Oradaki tavırlar gayet yapay, sıkıcı, formalite icabı denebilecek formdadır. Hikayeye hiçbir katkıları yoktur. Ama, zaten amacı budur o sahnenin. Hikayeye değil atmosfere hizmet eden bir ayrıntıdır. Gelecekte o ortamda insan arası ilişkilerin nasıl olacağı üzerine bir yorumdur. Duygusuz, yapay ve sıkıcı olacağını düşünmektedir Kubrick.
Filmde gayet kusursuz, pürüzsüz, mükemmel birçok şey vardır. Uzay gemileri, istasyonlar, kullanılan teknoloji, insanların görünüşleri, işlerini yapışları mükemmeldir. Gereksiz, yanlış, olmaması gereken hiçbir şey yoktur. Bulunulan ortamlar tamamen doğal dünyadan steril, kusursuz yerlerdir. Ancak bahis ettiğimiz yerler uzay istasyonları yada uzay gemileri olduğu için, bu sterillik ve kusursuzluk film içerisinde doğal bir durumdur. Başka film ve ortamlar için –doğallık dışı olacağı için- pürüz teşkil edecek olan yapım tasarımı, bu filmde doğal alanları meydana getirmiştir.
Ve başka filmlerde, -ve tabii ki gerçek hayatta- bolca rastlayacağımız ve varlığını doğal karşılayacağımız sıkıcı konuşmalar, nezaket ifadeleri, hikaye gelişimi bağlamında anlamsız diyaloglar burada o mükemmel ortama bir pürüz, doğallık dışı bir durum teşkil eder. Gerçek hayatta insanlar gereksiz yere konuşur, anlamı olmayan sözler sarf eder ve bunlar doğal hareketlerdir. Olağan şeylerdir. Birçok filmde karakterlerin izleyicilere tanıtılması, hikayeye hizmet etmeyen sohbetler sayesinde sağlanır.
Burada ise doğallık=pürüzsüzlüktür. Bundan dolayı her zaman doğal karşıladığımız sıkıcı konuşmalar, filmin dahilinde doğallık dışı hareketlerdir. Ve bu bahis ettiğimiz tezat yaratıcı durum bir tercihtir.
Doğallık konusunda kriter alınması gerektiğini düşündüğüm filmse Yatak Odasında (In The Bedroom). Filmin her anından, her sahnesinden, her karakterinden, her mekanından doğallık, rahatlık akmaktadır. Açacak olursak.
Öncelikle olaylara sakince, sabırla bakmamız gerektiğini düşündüren yönetim bizi sakinleştirir. (Hatta itiraf etmeliyim ki filmin ilk sahnelerinde kendini gösteren bu durağan yönetim sıkıcı bir film seyredeceğimi hissettirmişti bana) Hızlı kamera hareketleri, göz alıcı açılar, objektif oyunları yoktur. Bunun sayesinde film, izleyicisine bir mahalle sakini muamelesi yapar.
İkincisi oyuncu seçimi ve oyunculuklar çok iyidir. Filmdeki hiçbir karakter çok güzel-çirkin, çok güçlü-zayıf yada çok iyi-kötü değildir. Çünkü gerçek hayatta karşılaşacağımız insanların (belki binde biri hariç) hiçbiri çok; iyi-kötü/güzel-çirkin/güçlü-zayıf değildir ki.
Oyunculuklar abartısız ve durağandır. Özellikle Spacek ve Wilkinson’ın, oğlunu kaybeden anne ve babayı başarıyla oynadıklarını iki kritere dikkat çekerek açıklamak istiyorum. Birincisi dikkat edilirse bu karı-koca fazla dışavurumcu kişiler değillerdir. Sakin, ağırbaşlı insanlardır. (İki oyuncu da, yazar ve yönetmenin başarıyla yarattıkları bu karakterleri aynı başarıyla tanıyıp özümsediklerini her an fark edebilirsiniz) Oğullarını kaybetmeden önce tanırız onları ve bu özelliklerini. Çok büyük yıkımlar yaşasalar da sağa sola saldıracak, köprülere çıkıp kameraları çağıracak, silahı eline alıp bir yollara düşecek tipler değillerdir. Bundan dolayı buradaki abartısız oyunculuk, karakterleri tanıtma açısından mükemmel bir tercihtir. Bu tercihin imkan verdiği diğer kriterse şudur; tabii ki o insanlarda bağırıp çağırabilirler, kızabilirler, zorlansalar da silaha ihtiyaç duyabilirler. Ama bunu yaparken bizim görmeye alışkın olduğumuz tavır, davranış ve görünümde olmazlar. Anne babanın oğullarının ölümü üzerine gösterdikleri tepkiler, davranışlar bize ‘az’ gelir sanki. Fazla üzülmemiş yada fazla önemsememişler gibidir. Ki eşler arasında bu konu edilir ve tartışma sebebi yaratır. Çünkü her zaman gördüğümüz, birçok insandan beklediğimiz abartılı davranışları göremeyiz. Alkolik olmazlar, her gün ağlayıp karanlık odalara kapanmazlar. Onların bunları yapmaması tabii ki herkesten daha az üzüldüklerini göstermez. Bunu sağlayansa abartısız oyunculuklar sayesinde bize sunulan karakter profilleridir.
Gerçekten hayatta dayanılması zor yıkımlar yaşadığı halde çok büyük değişiklikler yaşamayacak olan insanlar vardır. İşte karakterlerimiz böyle kişilerdir. Yaşanan abartılı olay ve tavırların biz izleyicileri etkileyeceği düşünüldüğü için filmdeki karakterlerimiz gibi sakin insanların hikayeleri anlatılmamıştır yıllarca. Biz bekleriz ki –daha dorusu birileri böyle olduğunu düşünüyor-, karıncayı bile incitmeyecek babamızın süt dökmüş kedi oğlu ölecek ve adam çıldıracak, delirecek yada intihar edecek. Yada oğlunu serserinin biri öldürecek. Babamız hiç vakit kaybetmeden silahı eline alacak ve en gösterişli, karizmatik biçimde intikamını alacak. Bizde ‘eline sağlık’ diyeceğiz. Dünyada bunları yapmayacak olan insanlarda var.
(Filmi görmediyseniz diğer paragrafa geçiniz) Buna ek olarak; evet, yapmayacaklarını belirttiğim şeyleri yapıyor karakterlerimiz. Ağlıyor, içki içiyor, birbirlerine bağırıp çağırıyorlar. Babamız eline silah alıyor ve oğlunun katilini öldürüyor. İşte In the Bedroom’un başarısı, etkileyiciliği burada. Karakterlerimizin başka insanların yapacağı şeyleri yapamayacak kişiler olduğunu gösteriyor. Bizi buna inandırıyor. Ama onların bile bunu yapabilmesi, defalarca izlediğimiz hikayeyi çok daha etkileyici hale getiriyor. Çünkü o karakterler, daha önce perdede fazla görmediğimiz kişiler oldukları için ilginç, herkesin yaptıklarını yapamayacak kişiler oldukları için farklı ve böyle oldukları halde, ellerine silah, yüzlerine isyan yakışmadığı halde bunları yapabildikleri için ilgiye değer –den öte- hale geliyorlar.
İster kullanılacak yan hikayelerle, ister hikayeye katkı yapmayan yan karakterlerle, ister gün içerisinde sergilenebilecek doğal hareket/tavır/aksaklıklarla isterse de belirtmediğimiz başka bir yolla olsun, bir filmin mümkün olduğu kadar doğal, gerçek olması ve bu şekilde içerdiklerini inandırıcı kılması şarttır. Görsel inandırıcılık eksiği, nasıl günümüz teknolojisinin vardığı nokta göz önüne alındığında yeriliyorsa, belirttiğimiz pürüzsüzlükte, sinema sanatının/sektörünün bünyesine katmadığı “şey” kalmadığı gerçeğiyle vardığı nokta bağlamında kabul edilemez/edilmemektedir.
Ne izlemek istiyorsunuz?
Tüm sinemacıların zaman zaman değindiği bir gerçek var: “Sinema yapmak çok zor bir iş” Spielberg’de aynı şeyi söylüyor, ilk kısa filmini çeken sinema öğrencisine yardımcı olan 10 yaşındaki kardeşi de (J)… Sinema yapmak zor bir iş. Bu cümle, sinema üzerine yazılacak birbirinden farklı binlerce yazının giriş cümlesi olabilir. Bense elimden gelen en kıvrak manevra ile konuyu paylaşmak istediğim derde getirmek istiyorum.
Bu cümleyi sarf edenlerin içtenliği ve her şeye rağmen sinema aşkları gerçekten takdir edilesi bir tutum ancak bazı durumlarda emeklerinin karşılığını bulamıyor olmalarına neden olan bir şey var ki; onların tüm aşklarını, çabalarını, yaratıcılıklarını, eğitimlerini……. Boşa çıkarıyor.
Sinemanın zor bir iş olduğunun defalarca hatırlanması ve dillendirilmesinin sebebi, bu işi yapanların ulaşmak istedikleri hedefe ilerlerlerken karşılaştıkları zorlukların boyut ve miktarlarıdır muhtemelen. Her biri istenmeyen bir durumu ortadan kaldırmak ve istenen bir şey yaratmak için çaba sarf ederler. Bir şeyler yaratarak, bir şeyleri değiştirerek, yönlendirerek. Ve tabii ki uzun ve yorucu çalışma temposuna katlanarak. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar, dünyanın en yetenekli yaratıcısı olsunlar etkileyemeyecekleri bir şey var: İzleyici ne izlemek istiyor?
Bir filmi yaratan tüm ekibin elinin kolunun bağlandığı an, filmin gösterime girdiği an değil midir? Çünkü ellerinden geleni yapmışlardır ve olacakları etkilemek için yapacakları hiçbir şey yoktur. Ancak çıkardıkları işe yapılacak yorumları etkileyecek bir şey daha vardır: Sinemaseverin filmlerinin karşısına geçtikleri andaki hisleri…. Ne izlemeyi isteyip istemedikleri….. Nasıl bir şey görmek için hazır oldukları…
The Exorcist’i tekrar vizyona girdiği 2001 yılında sinema salonunda izleme şansını kaçırmamıştım. Üstelik örümcek yürüyüşü sahnesi de cabası…. Ancak, televizyonda izlediğim zamanki etkinin yarısını bile hissedemedim üzerimde. Çünkü salondakilerin azımsanamayacak bir kısmı benim irkildiğim sahnelere kahkahalarla gülüyorlardı…..
Eleştirmen Mehmet Açar’ın beni düşündüren bir itirafı var; “İstanbul Film Festivali sonrası izlediğim ilk Hollywood filmi bana çok iyi gelir”
Gerçekten deli saçması, yönetmenlik özürlü birçok filmi ilgiyle izlenmemiş midir? İnandırıcı olmadığı gün gibi belli olan birçok filmde ağlamamış mıyızdır?
Uzunca bir süre sinemaya gidemedikten sonraki gördüğümüz ilk filme canımız “çok iyi bir filmdi” demek istemez mi?
Elinizde üç tane, çok iyi olduğunu duyduğunuz/bildiğiniz, oscarlı, kült film evinize gidiyorsunuz. Hangisini önce izlersiniz? Neden? Ertesi gün bu üç filmden hangisi daha fazla aklınızda kalmış olur?
Bu ve benzeri örneklerin cevabı/sebebi hep aynı kaynaktan besleniyor bence. Ne izlemek istiyorsunuz? İzleyicinin psikolojik durumu, o an ne görmek istediği, neyi hissetmek istediği filme karşı olan yaklaşımını ve fikrini direk olarak etkiliyor. Eğer bu etki biraz daha geneli içerisine alır ise bu durumda ortaya çok garip ve beklenmedir gişe rakamları çıkabiliyor. Mükemmel bir film göz açıp kapayıncaya kadar gösterime girip çıkıyor ve ertesi gün unutuluyor. Klişe deposu kötü filmlerse aylarca liste başı gösterimde kalıyor ve baş tacı ediliyor.
Buna göre gişede başarılı film yapmanın yolu bir ölçüde, izleyicinin neyi izlemek isteyeceğini bilerek film yapmaktan geçiyor ki, belirli bir dönemi etkisi altına almış, hatta belirli bir döneme adını vermiş film türlerinin varlığı bu şekilde mümkün oluyor. 50’li yılların uzaylı istilası filmleri soğuk savaş döneminin ruh halini sembolize ediyorsa, 80’li yılların müzikleri, kılık kıyafet ve saç kesimleri ile karakterize eden filmleri de dönemin gençlerini sergiliyordu. Tıpkı günümüzün “bireyin dönüşümü filmleri”nin (aydınlanma filmleri) yaptığı gibi. Bu ayrı bir yazının konusu.
Aslında hala belirttiğim manevrayı yapabilmiş değilim ki; genel’i ilgilendiren örnekler bir yana –benim irdelemek istediğim- daha bireysel örnekler var. Saymakla bitmeyecek, her izleyicinin bir filmin karşısına geçtiği andaki hislerini yönlendirecek ve farkında olarak yada olmayarak ne izlemek isteyeceğini belirleyecek şeyler. Sıkıcı bir gün mü geçirdiniz? Yoksa yorucu mu? Belki tüm gün durmadan çalıştınız, belki de boş boş oturdunuz. Evinizde, işinizde yada yakın çevrenizde üzücü yada sevindirici bazı gelişmeler oldu. Ölüm, doğum, evlilik, sağlık sorunları, meslek/okul/iş giriş/çıkışları yada değişiklikleri. Yada daha nadiren rastlanan, illa da net bir etki uyandırmayabilecek garip bazı olaylar. Belki o gün çok güzel bir gündü, belki de çok kötü. Ve belki o gün izlediğiniz altıncı film bu, belki de bir aydır izlediğiniz ilk film. Belki çok büyük, belki de çok küçük sebeplerden dolayı bir başyapıt size sıradan gelebilir yada kötü bir film iyi gelebilir. Ve herkes bir film izlemek için pozisyon aldığında kaçınılmaz olarak bir ruh hali içindedir. İyi/Kötü, neşeli/hüzünlü, sıkkın/hevesli, bıkkın/istekli…. her ne olursa. Ve her film kaçınılmaz olarak izleyicisinde bir duygu uyandırma amacını güder. İşte bu iki kutup örtüşmüyor yada kaynaşmıyorsa ortaya çıkan durum belirsizleşir ve izlenen film üzerine hissedilenler bulanıklaşır.
Nasıl bir kişi, kendisi için önem arz eden bir şey yapmak üzereyken zihnini boşaltmak istiyor ve yapacağı şeye konsantre olma ihtiyacı duyuyorsa, bir filmi doğru algılamanın yolu da boş bir zihinle, olacakları bekleme hissiyatında olabilmekten geçer.
İşte en başta yönetmen olmak üzere, izleyicide belirgin bir duygu uyandırmak amacı ile sette bulunan herkesin amacına ulaşma şansı, birçok izleyicinin farkında bile olmadığı bir etki ile gölgelenebilir. Ve gözlemlerime göre gölgeleniyor da…
Filmlerin söz konusu etki gölgelenmesine maruz kalmaları da çeşitli özellikleri, içerik yada biçim bağlamında sahip oldukları/tercihleri sonucu ortaya çıkar. Ancak bu tercihlerin hiçbiri izleyicinin filme bakışının planlanması sonucu şekillendirilemez. Tabii ki meydana gelen olayların sürükleyicilik içermesi, tercih edilen görselliğin içerikle uyuşması istenir. Her durumda yine içeriğe uygun olarak bir hikayeleme tekniğinin uygulanması kaçınılmazdır. Tüm bu tercihler filme bir “izlenirlik” gücü ve özelliği kazandıracaktır. Muhakkak ki, sıkıcı yada yorucu film diye bir şey vardır ancak bu tanımların sınırları net değildir ve bu netliğin sağlanamamasının tek sebebi izleyicinin filme bakışıdır. Ve bu bakışın tanımlanamamasıdır.
(Bu arada tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyorum ki, konumuz “izleme anındaki hisler ve psikolojik durum”dur. Verdiğimiz örnekler bunun üzerinedir. Örneğin rahatsız edici filmlere duyulan özel ilgiler, siyasi yada etnik eğilimler, cinsel tercih ya da hassasiyetler ve benzer durumlar -kişinin sürekli etkisinde olduğu şeyler- konumuz dışındadır)
Film izlerken içinde bulunulan durum aslında “filmin içine girme isteği ya da enerjisi” olarak özetlenebilir. Yani, olanları önemsiyor musunuz yoksa önemsemiyor musunuz? “Altı üstü bir film işte” diyip geçiyor musunuz? Yoksa bunu yapmıyor musunuz? Çünkü bu “bir film işte” kalıbı çok yanlış değildir ama bazı filmleri şaşırtıcı ölçüde yaralar. Filmleri, izleme anındaki psikolojik durumlardan etkilenmeleri üzerine sınıfladım ama yazıyı çok uzatacağı için katmıyorum, küçük bir iki örnek vereyim. Yorucu, zor bir günün ardından 2001 Uzay Macerası’nı izleyebilir misiniz? Moralinizin yerlerde olduğu bir günde Schindler’in Listesini izleyebilir misiniz? Akıl Defteri’nin hikayesinin ne kadarı aklınızda ya da ne kadarını anladınız? Sam Raimi’nin Evil Dead filmi komik mi yoksa korkunç mu? Katil Doğanlar’ın görselliği üzerine neler söyleyebilirsiniz? Bu sorulara verilecek cevapları etkileyecek olan şey, filmin içerdikleri kadar, sizin izlerken içinde bulunduğunuz durumdur. Kendimden örnek vereyim, yıllar yılı temin edemeyip sonunda edinebildiğim, Shinya Tsukamoto’nun Tetsuo’sunu, David Fincher’in Zodiac’ını yada Tarkovsky’nin Stalker’ını izlemek için ekran karşısına geçtiğim andaki his ve beklentilerimle, Scary Movie 76’yı J izlerken hissettiklerim (çok zor ama hadi diyelim ki izledim) arasında ne alaka olabilir? Biri benim için çok önemli bir izlektir, diğeri 1,5 saatlik bir zaman öldürmedir. Ama itiraf etmek gerekir ki, ilk 3 örnekten beklentilerim yüksektir, diğerinden ise düşüktür. İşte bu nakit beklenti, filmler üzerine fikrimi etkiliyor olabilir. Scary movie kötü çıkarsa “bir film işte, salla gitsin” diye önemsemeyebilir ama Zodiac’ı iyi bulamadığım için sayfalarca tecavüze uğratabilirim. Çünkü beklentim çok yüksektir. Ama hangi yönetmen “kötü film” yapmak için kamera arkasına geçer ki?
Yukarıda belirttiğimiz gibi her izleyici, filminin karşısına geçtiğinde kaçınılmaz olarak bir ruh hali içerisindedir. O ruh halinin en önemli tetikleyicisi izleyicinin izlemek üzere olduğunu film hakkındaki beklentisidir. Kişi zaten, -istisnai durumlar dışında- belirli bir amaçla o filmi tercih etmiştir. Korku, komedi, aksiyon, gerilim… Yani görmek istediği şeyi elinden geldiği kadar sipariş etmiştir zaten. Eğer yönetmeni, yazarı yada en yüksek ihtimal başrol oyuncuyu tanıyorsa beklentisi daha nettir. Bir John Woo yada David Cronenberg filmi gibi. Bir Asimov yada Stephen King uyarlaması ise de durum benzerdir. Belirli bazı oyuncular mevcutsa, tür her ne ise bir seviye keyif ceptedir. İsimlere ek olarak bütçe rakamları, kullanılan efektler için “icat” edilen yeni yazılımlar, piramitlerin birkaç tanesinin havaya uçurulması için Mısır Hükümetinden koparılmış bir izin J, gerçek seks sahneleri... Tüm bu ön fikirler, izleyicide belirgin bir beklenti oluşturacaktır. Bu beklenti beraberinde, daha önce sipariş edilerek izlenmiş filmlerden daha iyi bir şeyler bekleme lüksünü de getirir. Çünkü, eğer izlenecekler farklı olsa da etki eğer “daha önceki kadar” sa, tatmin muhakkak daha az olacaktır. Tıpkı son on-on beş yılda izlenen tüm polisiyelerin Se7en’la, tüm tarihi savaş filmlerinin Cesur Yürek’le, suç öykülerinin Olağan Şüpheliler yada Ucuz Roman’la karşılaştırıldığı gibi. Vizyona giren her filmi, hemen her kesimin saygısını ve ilgisini görmüş, yeni eğilimlere ön ayak olmuş bu filmlerle karşılaştırmak ve her filmden bu örneklerin gücün beklemek biraz haksızlık değil midir?
Muhakkak öyledir ancak izlenilen filmden sonra yaşanılan tatminsizliğin sebebi, sanıldığı gibi türün en iyi örneklerinin bizlerde bıraktığı etkiyle birlikte çok bizim filme karşı aldığımız tavırdadır. Her film izleyicisinden ayrı bir hissel durum talep eder ve bunu istemekte haklıdır. Evet, bazı filmler iyidir, bazı filmler kötüdür. Peki biz film için ne kadar iyi yada kötü bir izleyiciyiz?
Biz izlemek istediğimiz filmleri tercih edebiliyoruz ama sinemacılar izleyicilerini tercih etme özgürlüğüne ne kadar sahip? Bu soru’nun, kendince filmlere bambaşka notlar veren kişilerin arasındaki görüş ayrılığının kaynağını ucundan da olsa açıkladığı fikrindeyim.
Birçok sinemasever, “beklediğini bulamama”yla “kötü”nün arasındaki farkı anlamaya zahmet etmiyor gibi geliyor bana.
Saygılar, iyi seyirler.
Bu cümleyi sarf edenlerin içtenliği ve her şeye rağmen sinema aşkları gerçekten takdir edilesi bir tutum ancak bazı durumlarda emeklerinin karşılığını bulamıyor olmalarına neden olan bir şey var ki; onların tüm aşklarını, çabalarını, yaratıcılıklarını, eğitimlerini……. Boşa çıkarıyor.
Sinemanın zor bir iş olduğunun defalarca hatırlanması ve dillendirilmesinin sebebi, bu işi yapanların ulaşmak istedikleri hedefe ilerlerlerken karşılaştıkları zorlukların boyut ve miktarlarıdır muhtemelen. Her biri istenmeyen bir durumu ortadan kaldırmak ve istenen bir şey yaratmak için çaba sarf ederler. Bir şeyler yaratarak, bir şeyleri değiştirerek, yönlendirerek. Ve tabii ki uzun ve yorucu çalışma temposuna katlanarak. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar, dünyanın en yetenekli yaratıcısı olsunlar etkileyemeyecekleri bir şey var: İzleyici ne izlemek istiyor?
Bir filmi yaratan tüm ekibin elinin kolunun bağlandığı an, filmin gösterime girdiği an değil midir? Çünkü ellerinden geleni yapmışlardır ve olacakları etkilemek için yapacakları hiçbir şey yoktur. Ancak çıkardıkları işe yapılacak yorumları etkileyecek bir şey daha vardır: Sinemaseverin filmlerinin karşısına geçtikleri andaki hisleri…. Ne izlemeyi isteyip istemedikleri….. Nasıl bir şey görmek için hazır oldukları…
The Exorcist’i tekrar vizyona girdiği 2001 yılında sinema salonunda izleme şansını kaçırmamıştım. Üstelik örümcek yürüyüşü sahnesi de cabası…. Ancak, televizyonda izlediğim zamanki etkinin yarısını bile hissedemedim üzerimde. Çünkü salondakilerin azımsanamayacak bir kısmı benim irkildiğim sahnelere kahkahalarla gülüyorlardı…..
Eleştirmen Mehmet Açar’ın beni düşündüren bir itirafı var; “İstanbul Film Festivali sonrası izlediğim ilk Hollywood filmi bana çok iyi gelir”
Gerçekten deli saçması, yönetmenlik özürlü birçok filmi ilgiyle izlenmemiş midir? İnandırıcı olmadığı gün gibi belli olan birçok filmde ağlamamış mıyızdır?
Uzunca bir süre sinemaya gidemedikten sonraki gördüğümüz ilk filme canımız “çok iyi bir filmdi” demek istemez mi?
Elinizde üç tane, çok iyi olduğunu duyduğunuz/bildiğiniz, oscarlı, kült film evinize gidiyorsunuz. Hangisini önce izlersiniz? Neden? Ertesi gün bu üç filmden hangisi daha fazla aklınızda kalmış olur?
Bu ve benzeri örneklerin cevabı/sebebi hep aynı kaynaktan besleniyor bence. Ne izlemek istiyorsunuz? İzleyicinin psikolojik durumu, o an ne görmek istediği, neyi hissetmek istediği filme karşı olan yaklaşımını ve fikrini direk olarak etkiliyor. Eğer bu etki biraz daha geneli içerisine alır ise bu durumda ortaya çok garip ve beklenmedir gişe rakamları çıkabiliyor. Mükemmel bir film göz açıp kapayıncaya kadar gösterime girip çıkıyor ve ertesi gün unutuluyor. Klişe deposu kötü filmlerse aylarca liste başı gösterimde kalıyor ve baş tacı ediliyor.
Buna göre gişede başarılı film yapmanın yolu bir ölçüde, izleyicinin neyi izlemek isteyeceğini bilerek film yapmaktan geçiyor ki, belirli bir dönemi etkisi altına almış, hatta belirli bir döneme adını vermiş film türlerinin varlığı bu şekilde mümkün oluyor. 50’li yılların uzaylı istilası filmleri soğuk savaş döneminin ruh halini sembolize ediyorsa, 80’li yılların müzikleri, kılık kıyafet ve saç kesimleri ile karakterize eden filmleri de dönemin gençlerini sergiliyordu. Tıpkı günümüzün “bireyin dönüşümü filmleri”nin (aydınlanma filmleri) yaptığı gibi. Bu ayrı bir yazının konusu.
Aslında hala belirttiğim manevrayı yapabilmiş değilim ki; genel’i ilgilendiren örnekler bir yana –benim irdelemek istediğim- daha bireysel örnekler var. Saymakla bitmeyecek, her izleyicinin bir filmin karşısına geçtiği andaki hislerini yönlendirecek ve farkında olarak yada olmayarak ne izlemek isteyeceğini belirleyecek şeyler. Sıkıcı bir gün mü geçirdiniz? Yoksa yorucu mu? Belki tüm gün durmadan çalıştınız, belki de boş boş oturdunuz. Evinizde, işinizde yada yakın çevrenizde üzücü yada sevindirici bazı gelişmeler oldu. Ölüm, doğum, evlilik, sağlık sorunları, meslek/okul/iş giriş/çıkışları yada değişiklikleri. Yada daha nadiren rastlanan, illa da net bir etki uyandırmayabilecek garip bazı olaylar. Belki o gün çok güzel bir gündü, belki de çok kötü. Ve belki o gün izlediğiniz altıncı film bu, belki de bir aydır izlediğiniz ilk film. Belki çok büyük, belki de çok küçük sebeplerden dolayı bir başyapıt size sıradan gelebilir yada kötü bir film iyi gelebilir. Ve herkes bir film izlemek için pozisyon aldığında kaçınılmaz olarak bir ruh hali içindedir. İyi/Kötü, neşeli/hüzünlü, sıkkın/hevesli, bıkkın/istekli…. her ne olursa. Ve her film kaçınılmaz olarak izleyicisinde bir duygu uyandırma amacını güder. İşte bu iki kutup örtüşmüyor yada kaynaşmıyorsa ortaya çıkan durum belirsizleşir ve izlenen film üzerine hissedilenler bulanıklaşır.
Nasıl bir kişi, kendisi için önem arz eden bir şey yapmak üzereyken zihnini boşaltmak istiyor ve yapacağı şeye konsantre olma ihtiyacı duyuyorsa, bir filmi doğru algılamanın yolu da boş bir zihinle, olacakları bekleme hissiyatında olabilmekten geçer.
İşte en başta yönetmen olmak üzere, izleyicide belirgin bir duygu uyandırmak amacı ile sette bulunan herkesin amacına ulaşma şansı, birçok izleyicinin farkında bile olmadığı bir etki ile gölgelenebilir. Ve gözlemlerime göre gölgeleniyor da…
Filmlerin söz konusu etki gölgelenmesine maruz kalmaları da çeşitli özellikleri, içerik yada biçim bağlamında sahip oldukları/tercihleri sonucu ortaya çıkar. Ancak bu tercihlerin hiçbiri izleyicinin filme bakışının planlanması sonucu şekillendirilemez. Tabii ki meydana gelen olayların sürükleyicilik içermesi, tercih edilen görselliğin içerikle uyuşması istenir. Her durumda yine içeriğe uygun olarak bir hikayeleme tekniğinin uygulanması kaçınılmazdır. Tüm bu tercihler filme bir “izlenirlik” gücü ve özelliği kazandıracaktır. Muhakkak ki, sıkıcı yada yorucu film diye bir şey vardır ancak bu tanımların sınırları net değildir ve bu netliğin sağlanamamasının tek sebebi izleyicinin filme bakışıdır. Ve bu bakışın tanımlanamamasıdır.
(Bu arada tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyorum ki, konumuz “izleme anındaki hisler ve psikolojik durum”dur. Verdiğimiz örnekler bunun üzerinedir. Örneğin rahatsız edici filmlere duyulan özel ilgiler, siyasi yada etnik eğilimler, cinsel tercih ya da hassasiyetler ve benzer durumlar -kişinin sürekli etkisinde olduğu şeyler- konumuz dışındadır)
Film izlerken içinde bulunulan durum aslında “filmin içine girme isteği ya da enerjisi” olarak özetlenebilir. Yani, olanları önemsiyor musunuz yoksa önemsemiyor musunuz? “Altı üstü bir film işte” diyip geçiyor musunuz? Yoksa bunu yapmıyor musunuz? Çünkü bu “bir film işte” kalıbı çok yanlış değildir ama bazı filmleri şaşırtıcı ölçüde yaralar. Filmleri, izleme anındaki psikolojik durumlardan etkilenmeleri üzerine sınıfladım ama yazıyı çok uzatacağı için katmıyorum, küçük bir iki örnek vereyim. Yorucu, zor bir günün ardından 2001 Uzay Macerası’nı izleyebilir misiniz? Moralinizin yerlerde olduğu bir günde Schindler’in Listesini izleyebilir misiniz? Akıl Defteri’nin hikayesinin ne kadarı aklınızda ya da ne kadarını anladınız? Sam Raimi’nin Evil Dead filmi komik mi yoksa korkunç mu? Katil Doğanlar’ın görselliği üzerine neler söyleyebilirsiniz? Bu sorulara verilecek cevapları etkileyecek olan şey, filmin içerdikleri kadar, sizin izlerken içinde bulunduğunuz durumdur. Kendimden örnek vereyim, yıllar yılı temin edemeyip sonunda edinebildiğim, Shinya Tsukamoto’nun Tetsuo’sunu, David Fincher’in Zodiac’ını yada Tarkovsky’nin Stalker’ını izlemek için ekran karşısına geçtiğim andaki his ve beklentilerimle, Scary Movie 76’yı J izlerken hissettiklerim (çok zor ama hadi diyelim ki izledim) arasında ne alaka olabilir? Biri benim için çok önemli bir izlektir, diğeri 1,5 saatlik bir zaman öldürmedir. Ama itiraf etmek gerekir ki, ilk 3 örnekten beklentilerim yüksektir, diğerinden ise düşüktür. İşte bu nakit beklenti, filmler üzerine fikrimi etkiliyor olabilir. Scary movie kötü çıkarsa “bir film işte, salla gitsin” diye önemsemeyebilir ama Zodiac’ı iyi bulamadığım için sayfalarca tecavüze uğratabilirim. Çünkü beklentim çok yüksektir. Ama hangi yönetmen “kötü film” yapmak için kamera arkasına geçer ki?
Yukarıda belirttiğimiz gibi her izleyici, filminin karşısına geçtiğinde kaçınılmaz olarak bir ruh hali içerisindedir. O ruh halinin en önemli tetikleyicisi izleyicinin izlemek üzere olduğunu film hakkındaki beklentisidir. Kişi zaten, -istisnai durumlar dışında- belirli bir amaçla o filmi tercih etmiştir. Korku, komedi, aksiyon, gerilim… Yani görmek istediği şeyi elinden geldiği kadar sipariş etmiştir zaten. Eğer yönetmeni, yazarı yada en yüksek ihtimal başrol oyuncuyu tanıyorsa beklentisi daha nettir. Bir John Woo yada David Cronenberg filmi gibi. Bir Asimov yada Stephen King uyarlaması ise de durum benzerdir. Belirli bazı oyuncular mevcutsa, tür her ne ise bir seviye keyif ceptedir. İsimlere ek olarak bütçe rakamları, kullanılan efektler için “icat” edilen yeni yazılımlar, piramitlerin birkaç tanesinin havaya uçurulması için Mısır Hükümetinden koparılmış bir izin J, gerçek seks sahneleri... Tüm bu ön fikirler, izleyicide belirgin bir beklenti oluşturacaktır. Bu beklenti beraberinde, daha önce sipariş edilerek izlenmiş filmlerden daha iyi bir şeyler bekleme lüksünü de getirir. Çünkü, eğer izlenecekler farklı olsa da etki eğer “daha önceki kadar” sa, tatmin muhakkak daha az olacaktır. Tıpkı son on-on beş yılda izlenen tüm polisiyelerin Se7en’la, tüm tarihi savaş filmlerinin Cesur Yürek’le, suç öykülerinin Olağan Şüpheliler yada Ucuz Roman’la karşılaştırıldığı gibi. Vizyona giren her filmi, hemen her kesimin saygısını ve ilgisini görmüş, yeni eğilimlere ön ayak olmuş bu filmlerle karşılaştırmak ve her filmden bu örneklerin gücün beklemek biraz haksızlık değil midir?
Muhakkak öyledir ancak izlenilen filmden sonra yaşanılan tatminsizliğin sebebi, sanıldığı gibi türün en iyi örneklerinin bizlerde bıraktığı etkiyle birlikte çok bizim filme karşı aldığımız tavırdadır. Her film izleyicisinden ayrı bir hissel durum talep eder ve bunu istemekte haklıdır. Evet, bazı filmler iyidir, bazı filmler kötüdür. Peki biz film için ne kadar iyi yada kötü bir izleyiciyiz?
Biz izlemek istediğimiz filmleri tercih edebiliyoruz ama sinemacılar izleyicilerini tercih etme özgürlüğüne ne kadar sahip? Bu soru’nun, kendince filmlere bambaşka notlar veren kişilerin arasındaki görüş ayrılığının kaynağını ucundan da olsa açıkladığı fikrindeyim.
Birçok sinemasever, “beklediğini bulamama”yla “kötü”nün arasındaki farkı anlamaya zahmet etmiyor gibi geliyor bana.
Saygılar, iyi seyirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)